tag:blogger.com,1999:blog-55686872125373041702024-02-19T09:13:34.510+03:00"Dipteyiz olm... çarpacaz""kah gökyüzüne çıkıp alemi seyreden, kah yeryüzüne inip aleme kendini seyrettirenlerin"; yanlız topa sert yapanların; atar çocukların blogu; üçü bir aradayı kahve çeşidinden ibaret sanmayanların sözcüleri gururla sunar: "dipteyiz... çarpacaz."carpacazhttp://www.blogger.com/profile/11768736449124075091noreply@blogger.comBlogger34125tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-23441765129440787532010-08-18T23:33:00.004+03:002010-08-18T23:35:54.723+03:00Zorunlu bir notKarşı dükkana taşındık efendim, her zaman eksik kalacak hikayenin devamı için: metusmehmetus.blogspot.com<br /><br />hadi eyvallah,<br /><br />metusmetushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-80469986486984350582010-03-22T00:27:00.009+02:002010-03-22T00:44:16.888+02:00Messi ve Moda İskelesi<p align="justify">Hayat acımasızdır, ama bazen daha acımasızdır, o zaman aksiliklerin bini bir para olur: Yemek söylersiniz, kurye kaza yapar siparişiniz bir buçuk saatte gelmez; birine kırk yılda bir film hediye edersiniz, orijinal dvd bozuk çıkar, hırs yapıp filmi internetten indireyim dersiniz, internete bağlandığınız anda kotanızın dolduğunu belirten bir not düşer ekranınıza; ağzınız tatlansın diye bir tatlı söylersiniz restoranda, iki hafta üstü üste anlam veremediğiniz şeyler olur, sonunda zıkkım olasıca sufle midir ne karın ağrısıdır boğazınızdan geçmez, elinizde kaşık, öööle bakakalırsınız tatlıya mal mal; kafanız dağılsın diye yarım saat tavla oynarsınız bir kere dü şeş gelir, onda da altı kapıdasınızdır; ona kızıp hırs yapıp üç saat eşli ihale oynarsınız, bir kere altı parça koz gelmez, yetmezmiş gibi bunların hepsi üst üste olur. Velhasıl kelam, napsanız olmaz. Siz çırpındıkça batar, acz içinde kalırsınız, sizin aczinizse başınıza geleni kaderiniz kılmıştır. Abarttığınızın siz de farkındasınızdır, ama yine de herkes size karşıymış, kaderiniz size kast ediyormuş gibi hissedersiniz. Aslında bilirsiniz bu haller bazen herkese olur ve bilirsiniz, önünde sonunda geçer. Ama yine de isyan etmeden duramazsınız: Ne günahım var kardeşim benim, erkekseniz teker teker gelin uleyn!<br /><br />İşte o zaman, yapmanız gereken durup soluklanmaktır. Yenilmeyi bile beceremediğiniz için, denemenin manası yoktur. O zaman susarsınız, meramınızı anlatmak için konuşmakla veya yazmakla boşu boşuna efor sarf etmezsiniz- sözünüz bittiği için değil, sözünüzün bir kıymeti olmadığı için.<br /><br />Tamamen eğlendirici ve rehabilite ediciydi benim için buraya yazmak, insanların yorumlarını dinlemek; biri bir şey yazmış mı diye fellik fellik yazı yorumlarına bakmak (daha güzeli, bakınca orada yorum görmek); alakasız bir yerde yazınızın bahsinin geçtiğini tesadüfen öğrenmek; kesin yazarım dediğiniz şeylere eliniz değmezken (mesela Messi az önce akıllara seza bir performans daha sergiledi, son sekiz günde attığı sekiz gol ve iki asisti var, bu sempatik pırpır oyuncunun üzerinden bir Barça ahkamı kesemedim, içimde kalmıştır ey blogger. Yalnız kaç gündür kendimizi duygusal bir veda yazısına kurduk, o da futbola kurban gitti iyi mi, olsun, varsın Messi’ye kurban olsun) hiç hayatınızda yazacağınızı tahmin etmediğiniz konularda (müzik!) ukala ukala yazılar yazmak…<br /><br />Daha önce verdiğim bir kararı şimdi uygulamamın sebebi, blogu bırakmamla oluşacak boşluğu ikame edecek bir eğlence aramam (hala bulamadım, o ayrı!) yoksa aklınıza başka bir şey gelmesin. Beni bu yönde cesaretlendirdikleri için Mr. Niceguy ve eyesman’in de hakkı var bu yazılar üstünde, helal etsinler… Ama madalyonun öbür yüzü de var, üç kişinin haftada en az bir kere yazacağı bir blog olduğunu öngörmüştüm başlarken, bu zanla bir süre daha bu siteye gireceğimi ilan etmiş olayım, biraz onlar yazsın biz okuyalım değil mi sayın seyirciler… Eşten dosttan “bir şey yazılmış mı” diye merak edip siteye girenlerin ne hissettiğini çok iyi biliyorum, Gökhan Özgün ve Feridun Düzağaç yazı yazmayı bırakınca benzer şeyler hissetmiştim, tavsiyem, o kadar yazıda bu kadar isim geçiyor, onların -Türk olanlarından bilhassa- başlasınlar okumaya/izlemeye, sadece bu açıdan ilham vermiş olmanın mutluluğu bana yeter. Aşağıdaki fotoğrafı bugün Moda İskele’de çektim, bir gün devam edecek olursam bu fotoğrafın üzerine yazacağım, ama şimdilik en hayırlısı bu gibi geliyor, hadi bana eyvallah.</p><p align="justify"> </p><p align="left"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5451218154205887346" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 386px; CURSOR: hand; HEIGHT: 274px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh7fIdBmubPOE8PNHxiXIQeR7DXYYnArAdBCTs4NUm2EgBmSn2L5YR6WMklemuz-IDcDHJ2N44xlDromVJ7uoIyZ5_jG3zqEvnKNd0cGbBtody1X4C2-_QqWK4oFWX7mT2GA_PVIdI5O3ju/s320/1.JPG" border="0" /></p><br /><br /><div align="justify"></div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-89986929403422705842010-03-13T10:12:00.005+02:002010-03-13T10:20:14.937+02:00Kartı Bastıktan Sonra<div align="justify">Bitmesine sevindiğim, üstüme yıkılan işleri kaldırmak için yere yakın durduğum bir haftayı bitirmenin rahatlığıyla kartı basıp turnikeden geçtim. Akşama bir planım olup olmadığını hatırlamaya çalıştım- yoktu. Telefonunun sürgüsünü sürdüm, kimse aramamıştı. Hediye Beşiktaş atkımı, artık tikilere mal olmuş biçimde kalın bir düğümle boğazıma doladım. Akşam bana tavsiye edilmiş filmlerden hangisini izleyip mayışacağımı düşünerek kafam önde servise doğru yollandım. O sırada gayriihtiyari servisin park ettiği yere değil, sola doğru bakıp şaşırdım: Çok belirgin değildi, ama evet- gökkuşağı bir huzme halinde TEM tarafında çakılı duruyordu. Az öncesine kadar yağmurun yağdığı o zaman fark ettim. Hava tuhaf bir biçimde karanlıktı, akşam ezanının okunmasına dakikalar vardı, hal böyleyken nasıl olup da gökkuşağı görünebilir, aklım almıyordu. Blogtaki mevcudiyetimin sona yaklaştığına kesin olarak kani olmamdan saatler sonra, yazmazsam içimde kalacak bir “şey” duruyordu önümde işte. O “şey” ki, lise birde kulakları çın çın çınlayası edebiyat hocamız bize kompozisyon ödevi olarak “gökkuşağı” dediğinde ilk aklıma düşmüştü. O konu, o zaman için “konuşmanın önemi”, “Atatürk’ün ileri görüşlülüğü”, “bilmem ne haftasının faydaları” minvalinde yazılar yazmaya zorlanmış ve bunun için ne kitapla ne edebiyatla sahici bir bağ kurmuş olan ve o zaman için şimdiki kadar bile yazamayan ailenizin blogçusu metus için eziyetli olmuştu. Kaderin cilvesine bakın ki, kafa yorup yazdığım ilk yazıya sebep olan gökkuşağı, yıllar sonra kafamda bir süredir tasarladığım son blog yazısını ileriki bir tarihe atmama sebep olacaktı, çünkü gökkuşağı anlatmayı ahdettiğim bir konuydu. (muhatabı bunu okumayacaktır ama ziyanı yok, maksat borcumuza sadık olduğumuz bilinsin.)<br /><br />O sınavda ne yazmam gerektiğiniyse, bir sene sonra, Adnan Menderes Stadı’nın yanında amatör maçların yapıldığı toprak zeminde anlamıştım: Sonraları tebessüm ve mahcup bir gururla yad ettiğim okul futbol takımının kazma sağ beki olarak son maçımda, havanın sıcaklığından ve Güneş’in kızgınlığından mütevellit, toz kalkmaması için toprak sahanın sulanmasından sonra bütün bir zemini taçlandıran ufak bir gökkuşağının ne manaya geldiğini yazardım herhalde aynı soru bir daha sorulduğunda. Yıllar boyunca, futbolu niye sevdiğini soranlara anlattığım bir sürü hikayeden biri o olageldi zaar: “Siz” derim hep, “hiç gökkuşağının altından geçtiniz mi?”</div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-53707299870676949642010-03-09T00:17:00.009+02:002010-03-09T14:31:06.380+02:00Nazilli'de dağ vardı biz mi kaymadık?<div align="justify">Ofiste yaldır yaldır çalışırken, her gün maksimum bir dakika konuşup onda da birbirimize sardığımız arkadaşım yüzümün kırmızı halinin nereden geldiğini sordu. Yapacak bir şey yoktu, sizinle hınzırca uğraşan biri varsa, bırakın eğlensin: "Kayağa gittik" dedim, "hadi dalganı geç şimdi". "Belli" dedi, "kaymışssın."<br /><br />Yok bilader bana göre değil bu sular bariz. Kazak giy, üstüne polar giy, üstüne uğurun emanet montu giy, beş ay danimarkada inat edip kullanmadığın bereyi/eldiveni paşa paşa tak, sonra eksi altı derecede terle. Uzaktan zaten sempatik gelmezdi, ama bir şans verdik ama kısfmet-kayak sporu kaybetti. Alışkanlıktan olsa gerek zaar, yazlık çocuğuyuz biz. Yahya Kemal'den apartmamız icap ederse- kayağın en çok, sayfiye yerine gitmişsinizcesine, güneşli bir havada yüzünüzü yakmasını severim. Pek olmadı sanki, ben bu lafı bir çalışayım.</div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-57268511787682319432010-03-06T13:40:00.018+02:002010-03-06T17:09:15.048+02:00Di mi Güntekin?<div align="justify">Ofis harici görüşmediğim bir arkadaşım tüm dobralığıyla, “yalnız yaşamak zor olmayacak mı metus?” demişti. Gülüp “evet” demiştim, “zor olacak zaman zaman.” Bir şeyin kafama dank etmesi için illa başka birinden duymayı beklemem mi lazım?<br /><br />Birbirimizi yemeyelim, doğru kişiyleyseniz, dünyanın en siktirici yerinde de mutlu olabilirsiniz, yoksa İstanbul sizi bir yere kadar eğleyebilir. İyi de kendi yalnızlığınızı örtmek için İstanbul’u paravan yapıp, sonra “bu şehir de beni yoruyo bilader” diye yakınmak, güzelim şehre ayıp değil mi?<br /><br />Şu an çok istediğim bir şey var, İstanbul-Kuşadası arasını otobüsle geçip, sabahın erken saatlerinde, Güneş’le uyanmak. Yazın Güneş’i İzmir’den geçerken doğurabilirsiniz, cama kafanızı yaslayıp, bir saat sonra yapacaklarınızı düşünerek, hakikaten mutlu olabilir, uykusuzluktan ağrımış gözlerinizin ışıl ışıl parladığını hissederseniz. Mutlu olmanız bu kadar basitken, o zamanın bu kadar uzak olması size, yaman bir çelişki değil mi?<br /><br />“Kurguyla gerçek arasındaki fark, kurgunun olabilirliği göz önünde bulundurmak zorunda olmasıdır” lafını yerli yersiz kullandığım halde, kalkıp filmlere bel bağlamak, beğendiğim sahneleri saplantıyla döne dolaşa izlemek, zorla başkasına sevdiğim filmleri izletmek, bunun üzerinden olmayacak benzerlikler kurmaya, karakterlerin kendi hayatımdaki izdüşümlerini bulmaya çalışmak biraz fazla hayalcilik değil mi? Bir yazının hoşunuza gitmesi, sizin düşündüğünüz ama ifade edemediğiniz bir duyguyu apaçık etmesi sizin için yazıldığı manasına gelmez ki. Melodisi ne kadar hüzünlü, sözü ne kadar iç kanatıcı olursa olsun bir şarkı; ne kadar vurucu olursa olsun bir köşe yazısı; güzel bir rüyayı ne kadar iyi işlemiş, Al Pacino ne kadar döktürmüş olursa olsun bir film bir kızı size aşık edebilir mi?<br /><br />Kimin yazdığına bakmaya üşendim (Gazali olabilir), bir tasavvuf kitabında, Allah’ın, dua etmeyi bırakırlar diye, salih kullarının duasını geç kabul ettiğini, ama her duanın er geç kabul edildiğini okumuştum, eğer öyleyse gönlümün muradı için hiçbir şey yapmayıp, dua etmeyi de kestiğim halde, olmadığı için isyan etmem, günah değil mi?<br /><br />İhsan Oktay Anar’ın kamera önünde tek konuşması, yanılmıyorsam Erdal Öz ödül töreninde şu minvalde ettiği birkaç cümleden ibaretti: Mutlu insan susar. Şu an bu ödülü almanın mutluluğuyla susmak istiyorum, demişti “konuşmasında”. Bunu tersten düşünebiliriz- her yazdığımda, biraz kendimi uyuşturup, Mr. Niceguy’ın muhteşem ifadesiyle “yıllardır içimde tuttuğum hüznümü kusmak” için yazıyorum sanırım. Tüm mağlubiyetlerimin, hayalkırıklıklarımın, basiretsizliklerimin rövanşının bir yazı tarafından alınmasını umuyorum, iyi de bu yazının kendisine haksızlık değil mi? Madem öyle, daha ne kadar doldurmaya hakkım var ki bu blogu, bir söyler misiniz…</div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-69010648528253206412010-03-03T01:12:00.004+02:002010-03-03T01:45:47.658+02:00İyilerin gerçeği, kötülerin oyunu...<span style="font-family: arial;font-size:100%;" >O gün yine havadan sudan bir muhabbet açıldı onunla... Beni benden alan ses tonu, her tarafından samimiyet fışkıran tatlı cümleleri, böyle güzel bir kızın aynı zamanda gerçek olamayacak kadar iyi bir insan olması, hayatımın dumurunu yaşatıyordu bana. Mantığım "bi yerlerde bi hata olmalı" diye bas bas bağırıyordu...<br /><br />Belki de bu yüzden elimden geldiğince tersledim onu her fırsatta. Katlanamıyordum, kayboluyordum karşısında belli ki. Fark etmesin istedim. Bütün gün bunu düşündüm sonra. Son dönemde hayatıma sokmamaya çalışıyorum iyi insanları. Önceleri çekici gelmediğini sanırdım iyilerin, iyiler can sıkardı çünkü. Oysa bir kız "kötü" oldu mu, hani elde edilemeyen, pırıl pırıl parlayan, yukarlarda bir yerlerde duranlar var ya, işte oralara ulaşmak daha çok tatmin ediyor beni sanırdım. Şimdilerde farklı bakıyorum hayata... İyilerden kaçışımın sebebi, o güzelliği, o saflığı kirletmek istemeyişim belki de. Bırakayım hak ettikleri mutluluğu yakalasınlar (Belki de çoktan yakaladılar)<br /><br />Böylelikle kendi ligime döndüm yine, yine en iyi yaptığım şeyi yapmaya söz verdim. </span><br /><dl style="font-family: times new roman;font-family:times new roman;" ><dd><span style="font-size:100%;"><b>Tom Bishop</b>: Ah, Jesus Christ, you just... You don't just trade these people like they're baseball cards! It's not a fucking game!</span></dd><dd><span style="font-size:100%;"><b>Nathan Muir</b>: Oh, yes it is. It's exactly what it is. And it's no kid's game either. This is a whole other game. And it's serious and it's dangerous. And it's not one you want to lose.</span></dd></dl><span style=";font-family:verdana;font-size:100%;" >Ve şimdi eskisinden çok daha mutluyum ;)<br /><br />Farz edelim ki, konuştuğum bu kızın adı Aysel olsun ve lise hatıralarından kalma bu şiir de ona gelsin:</span><br /><br /><span style=";font-family:times new roman;font-size:100%;" ><span style="font-style: italic;">Aysel git başımdan ben sana göre değilim </span><span style="font-style: italic;"><br />Ölümüm birden olacak seziyorum. </span><span style="font-style: italic;"><br />Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim </span><span style="font-style: italic;"><br />Aysel git başımdan istemiyorum. </span><br /><br /><span style="font-style: italic;"> Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün </span><span style="font-style: italic;"><br />Dağıtır gecelerim sarışınlığını </span><span style="font-style: italic;"><br />Uykularımı uyusan nasıl korkarsın, </span><span style="font-style: italic;"><br />hiçbir dakikamı yaşayamazsın. </span><span style="font-style: italic;"><br />Aysel git başımdan ben sana göre değilim. </span><span style="font-style: italic;"><br />Benim için kirletme aydınlığını, </span><span style="font-style: italic;"><br />hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim </span><span style="font-style: italic;"><br /><br />Islığımı denesen hemen düşürürsün, </span><span style="font-style: italic;"><br />gözlerim hızlandırır tenhalığını </span><span style="font-style: italic;"><br />Yanlış şehirlere götürür trenlerim. </span><span style="font-style: italic;"><br />Ya ölmek ustalığını kazanırsın, </span><span style="font-style: italic;"><br />ya korku biriktirmek yetisini. </span><span style="font-style: italic;"><br />Acılarım iyice bol gelir sana, </span><span style="font-style: italic;"><br />sevincim bir türlü tutmaz sevincini. </span><span style="font-style: italic;"><br />Aysel git başımdan ben sana göre değilim. </span><span style="font-style: italic;"><br />Ümitsizliğimi olsun anlasana </span><span style="font-style: italic;"><br />hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim. </span><span style="font-style: italic;"><br /><br />Sevindiğim anda sen üzülürsün. </span><span style="font-style: italic;"><br />Sonbahar uğultusu duymamışsın ki </span><span style="font-style: italic;"><br />içinden bir gemi kalkıp gitmemiş, </span><span style="font-style: italic;"><br />uzak yalnızlık limanlarına. </span><span style="font-style: italic;"><br />Aykırı bir yolcuyum dünya geniş, </span><span style="font-style: italic;"><br />Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki. </span><span style="font-style: italic;"><br />Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş. </span><span style="font-style: italic;"><br />Sakın başka bir şey getirme aklına. </span><span style="font-style: italic;"><br />Aysel git başımdan ben sana göre değilim, </span><span style="font-style: italic;"><br />ölümüm birden olacak seziyorum, </span><span style="font-style: italic;"><br />hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim. </span><span style="font-style: italic;"><br />Aysel git başımdan seni seviyorum...</span></span>eyesmanhttp://www.blogger.com/profile/03966388753152226441noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-15722295880220788682010-02-27T01:25:00.007+02:002010-02-28T01:52:10.266+02:00Bireysellik Nişanesi Olarak Dolaba Yapıştırılanlar<p align="justify">Yıllar yıllar önce, Yeni Binyıl üzerinden on sene geçmiş bir yılbaşı değil, daha ziyade gençlere hitap eden vaatkar bir gazete, Ece Temelkuran da benim her yazısını evire çevire okuduğum bir yazarken (kanaatler ne çabuk değişiyor yarabbim!), sanırım Yeni Binyıl'ın pazar ekinde, Nuriş namıyla maruf Nuri Ergün’ün hapishanede çektirdiği (ve benim hiç görmediğim) bir fotosundan bahsetmişti. Tipik bir mapushane fotosu- ranzanın başında arkada dolap açık olduğu halde çekilmiş bir fotoydu Ece Temelkuran’ın bahsettiği. Yazı devamında herkesin kendi hayatının indirgenmiş halinin o dolap ve ona yapıştırılan şeyler olduğunu ileri sürüyordu, o zaman kendi hayatımız da (liseyi yatılı okuyorduk) o kadar kısıtlanmış ve kamulaşmıştı ki (ortak banyo/tuvalet, olağanüstü günler dışında sadece yarım saat izlenebilen ve onu da yurttaki yüz kusur kişiyle paylaşmak durumunda olduğunuz elli beş ekran televizyon, paylaşılan odalar…), bizim de tek kişisel alanımız dolabımızdı, yazının bende bu kadar tesirli olmasında herhalde kurduğum bu benzerliğin etkisi olsa gerek… Tüm bunları hatırlamama sebep olansa, taşınırken daha bir alıcı gözle baktığım dolabıma yapıştırdıklarım. (Büyük anlamlar atfederek özene bözene seçip dolabınıza yapıştırdığınız şeyleri bir süre sonra göz aşinalığından mütevellit fark etmemek sadece bende olmuyordur sanırım.)<br /><br />Envanterimiz birkaç parçadan müteşekkil: eskiden bir iki kendi fotoğrafımı koyardım, şimdi yok, şu an tek film afişi var –bildiniz: Kadın Kokusu, ama vaktinde okuldaki panodan apartılmış alelade bir A4 renkli çıktı aslında- Birkaç siyah beyaz foto, illa ki hiç gitmediğim Kız Kulesi'nin siyah beyaz kartpostalı, birkaç minyatürün kartpostalı (minyatürlerdeki abartı hoşuma gider, Yiğit Özgür'ün birkaç parçalı karikatürü gibi resim başından sonuna bir hikaye anlatmak ister gibidir) ve çok da beğenerek astığım tarihi yarımadayı gösteren İstanbul gravürü, -birçoğunu gezip görmediğimi utanarak itiraf etmem gereken bir sürü yapıyı içinde barındırır- yeni yapıştırdığım bir Simpsons afişi ve bir de…<br /><br />Bir an fotoyu koymayı aklımdan geçirdiğimi itiraf edeyim, ama Ara Güler’in fotoğrafının fotosunu çekip çerçeveyi bozmaya cüret edemedim. Bana doğumgünümde Mr. Niceguy tarafından hediye edilmiş bir kartpostal bu. Meyhanede çekilmiş fotoğraf, kadrajın hemen önündekiler ellerinde sigara arkaya baktıklarına göre insanların çekileceğinden haberi var. İki şişman kadın oturuyor ve arkasında saz, darbuka ve kemandan oluşan orkestra olduğu halde bir şarkı terennüm ediyor ama asla kadraja bakmıyorlar, herkes takım elbiseli. Fotoğrafın estetiği, zamanın eskiliğini vurgulaması, doğallığı falan hepsi yerli yerinde ama fotoğrafın numarası sahnenin arkasında ikisi de tam olarak çıkmamış tabeladaki yazıları birleştirince ortaya çıkıyor: <em>Hariçten şarkı ve gazel okumak zabıta kararınca yasaktır.</em> Nasıl ama?</p><div align="justify"></div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-82817710688850639092010-02-18T23:46:00.012+02:002010-02-20T13:40:17.494+02:00Bir tutulma (ve tutunma) hikayesi<div align="justify">Ana kapıdan girip, yolu ve daha çok insanların gittiği yönü takip ederek yanımda babam da olduğu halde sonraları çok aşındıracağım bir yokuştan aşağı sallanıp birkaç adım atınca boğaz, tüm azametiyle karşımdaydı. Babam da, benim gibi boğazı ilk kez bu açıdan görüyordu. Boğaziçi’nin manzarasının methinin haklı olduğuna dair öylesine bir cümle ettiğini hatırlıyorum, ama yağmur o kadar kuvvetliydi ki o an için fazla seyredememiştik. O güne dair elimde evrak sağa sola koştuğumdan başka pek bir şey anımsamıyorum. İstanbul’a ikinci, Boğaziçi’ne ilk gelişimdi, çevremdeki binaların mimarisi, okulun yeşilliği, yağmurun şiddeti, kayıt için imza almam gereken masalar ve tüm o keşmekeş bana tamamen yabancıydı. Bütün bunların üzerinden yedi yıldan fazla geçtiğini şu an fark ediyorum, hakikaten zaman hızlı geçiyormuş... Yabancılığı atamayıp rahat hareket edemediğimi söyleyebilirim ilk sene boyunca, çok sınırlı sayıda arkadaşım vardı- şu an çok farklı değil ama en azından hukukumun derin olduğu birkaç kişi var burada tanıdığım…<br /><br />Murat Gülsoy, bir romanında insanların metropoldeki hayatını, tarlada kendine bir yol açıp sürekli aynı yolda ilerleyen köstebeğin hayatına benzetmişti, beni hala benden alan bir benzetmedir bu. İstanbul’da yaşamak tam da böyle bir şeydi benim için, belli ritüellerin sadakatle ve zevkle uygulanageldiği bir hayat... Bahadır’ın bana yazdığı yıllık yazısında çok isabetle belirttiği üzere, “kendimizce yaşadık, kendi Boğaziçimizi yaşadık” Bizim için Boğaziçi’nin merkezde olduğu, pergelin bir ayağının Rumelihisarüstü’nde, bir ayağının Bebek’te, bir ayağınınsa Arnavutköy-Etiler güzergahında olduğu bir daire içinde geçti gitti yıllarımız. Bu bir Boğaziçi güzellemesi değil, orayla ilgili duygularım tek bir yazıyla açık edilebilecek kadar basit değil çünkü. Söylemek istediğim “bizim Boğaziçimiz” bizim için Saatli Bina’nın, manzarının, çimlerin, kulübün olduğu kadar, börekçinin, Adem Baba’nın, boğazda yürümenin, Abbas Abi'nin de bir parçası olduğu bir köstebek tüneliydi. İstanbul’un sihri burada, herkes kendi kazdığı tünelde gidip geliyor olabilir –ve o tünel başka yerde de aynı güzellikle var olabilir-, ama o kadar büyük bir tarla ki bu şehir, kim olursanız olun, sizi eğleyecek bir tünel kazmanız mümkün. (Benim için ikinci tünel Sultanahmet-Taksim-Cihangir üçgenidir, orayı daha bile çok sevebilirdim, ama benim yaşadığım yer olmadı maalesef bu hinterland henüz, ve bilirsiniz bir yerde yaşamakla o yeri gezmek arasında aidiyet bakımından çok bariz bir fark vardır.) Bir kere ait hissederseniz kendinizi, yırttınız demektir, bir iki sene sonra sanki her gelen geçeni tanıyormuşçasına meydanda volta atıp demirlerde pinekliyorken buldum kendimi. Şehre önce tutunmuş sonra tutulmuştum.<br /><br />Ama sonra gel zaman git zaman bir şey oldu- devrimiz geçti. Bir bir mezun olup, önce mastır, iş, sonra askerlik, evlilik derken daha az görüşür/görünür olduk. Eski İstanbul ayağı yapmaya yaşım ve kütüğüm müsait değil ama kampüsteki hareketin çeşitli nedenlerle azalmasına ve her yerde peydah olan kiçınethauzkafekırıntı zincirinin (Starbucks manzarasından ve anılardan dolayı listeden çıkartıldı) Bebek’te de peydah olup, bu canım semtin özgünlüğünün kaybolmasına şahitlik etmem de bu zamanlara rastladı. İlginçtir, nasıl bu muhite olan bağlılığım perde perde artmışsa, bağlılığımın çözülmesi de yine aşama aşama oldu. Tatsız ama bunu yazmam lazım: İstanbul’un en sevmediğim zamanları, kendimi en yalnız hissettiğim, çaresizlikle vaktin geçmesini beklediğim, trafikte, yağmurda rezil olduğum zamanlar değil, Bebek’te Starbucks’ta, Adem Baba’da, manzarada veya ne bileyim başka bir yerde otururken, orada o zaman için sevdiğim kızla ilgili güzel bir anımı hatırlayıp o zamanların geçmişte kaldığını, artık o kişiyle bir daha eskisi gibi olmayacağını anladığımda içimin cız ettiği zamanlardır. O zaman kendimi teselli etmem imkansızlaşır. O zaman hakikaten buradan gitmek isterim. </div><div align="justify"><br />Neyse mevzumuz bu değil, hayat benim için böyle devam ededursun, hayırlı bir iş dolayısıyla taşınmam icap etti. Hikaye kısa, ama boşverin. Günlerden bir gün, yani dün, insanların nasıl ve niye yaşadığını hiç anlamadığım bir yerden, Ataşehir’den ev kiraladım, sanırım haftaya taşınacağım. Bundan sonra farklı bir hayatım olmayacaktır, ama çevremin değişmesinin ve tek yaşamamın üzerimde etkisi olacağını tahmin ediyorum. Nazilli’den okumak için ayrıldığımda on beş yaşımda olduğuma göre, aklımın baliğ olduğu süreyi göz önünde bulundurursak (on iki yaşımdaydım, ama sizin paşa hatrınız için on olsun) hayatımın en çok vakit geçirdiğim şehri İstanbul olmuş bile, bu vaktin çoğu Etiler/Hisarüstü’nde geçti. Geri gelip bir daha burada yaşayacağımı tahmin etmiyorum, kısmet tabi… Genelde arkadaşlarım tarafından bu tip konuları büyütüp duygusal davranmakla tenkit ediliyorum, pek de haksız sayılmazlar, ama napayım bu tip ara toplamlar almayı seviyorum. Bu satırlar da, şahsım adına bu muhite olan bir teşekkür borcunu kapatma teşebbüsü olarak kayda geçsin lütfen mümkünse, sevgili blogger. </div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-89979013828135850372010-02-08T23:01:00.006+02:002010-02-09T08:12:50.914+02:00Önemli gün ve haftalar için arşivden yazı temin edilir<div align="justify"><strong>İstisnasız bütün sevgililer için siyasete giriş</strong> </div><div align="justify"><br />Eski zaman. O zamanlar, 'aşka âşık olmak' henüz bir kadın dini haline gelmemişti. Aşk, bütün duygusal pozisyonlarıyla kadın dergilerinde pornografik bir teşhire henüz uğramamıştı. Aşkın simyasından kimyasına henüz geçilmemişti. Aşk toplumsal bir yük değil, çok şahsi bir yüktü. O zamanları özlüyor muyum? Hayır. Ama hatırlıyorum. İşte böyle eski bir zamanda. Oslo Üniversitesi'nde, felsefe bölümündeyiz. Küçücük bir sınıf. Dersin başlığı Schopenhauer. Dersin hocası Norveç'in en yaşlı hocası. Kendisi Schopenhauer uzmanı. Sınıftaki öğrencilerin hepsi felsefe bölümü öğrencileri. Ta ki kapı çalınıp içeri O girene kadar. O, felsefe bölümü öğrencisi değil. Bu her halinden belli. Tam da bu yüzden, felsefe öğrencisi olmadığını içeri girer girmez söylüyor. Hocadan izin istiyor ve oturuyor. Meraktan gelmiş, öyle söylüyor. Bir denemek istemiş. Bir görmek istemiş. Evet, bi görmek istemiş. Görmenin bedeli eninde sonunda nal gibi her yerden görünmektir. Bunu bilmiyor. Ya da biliyor. Ama o kadar, o kadar güzel ki, bunu umursamıyor. Görünmeye çok alışmış. Hatta görünmemek diye bir şeyin varlığını belki de bilmiyor. Görünmeyi umursamıyor. Halbuki o sınıfta görünmeyi umursamayan hiç kimse yok. Hepsi de görünmekten korkan bir avuç adam, bir felsefe masasının etrafında görünmez oluşun tadını çıkarıyor. Bir avuç röntgenci, hiç görünmeden her şeyi görebilmenin sırrının peşinde koşuyor. Bir avuç korkak ve sessiz siyasetçi. Ama onun görünmeme şansı yok. O bu kısmeti ve bu laneti doğuştan üzerinde taşıyor. O, önce konuşmayı öğrenip sonra görünme şansına hiç sahip olmamış. O, önce felsefe öğrenip sonra ahkâm kesme ihtimalini hiç tanımamış. O, güzelliğin ta kendisi. Çok güzel, çünkü baştan sona tek başına.<br />Derken Schopenhauer uzmanı dinozor dersine başlıyor. Anlatıyor. Anlatıyor. Anlatırken beş dakikada en az 50 kere 'ABSOLÜT' diyor. Absolüt, yani 'mutlak'. Felsefenin bir türlü unutamadığı eski aşkı, Mutlak. Dinin tek sahibi Mutlak. İnsanın insana en büyük ihaneti Mutlak.<br />O, 10 dakika bekleyemiyor. Beş dakikanın sonunda elini bile kaldırmadan hemen soruyor. "Nedir bu absolüt absolüt dediğiniz allah aşkına? Rica ediyim de bir anlatın bana." O anda bütün sınıf adeta donuyor. Hoca hiç kıpırdamadan ona bakıyor. Sanki onu görmezden gelmeye çalışıyor. Ama onu görmemek ne mümkün. O, yine umursamadan devam ediyor. Herkese bir şans daha veriyor. "Canım yani o kadar büyütmeyin, diyor, Mutlak nedir diye sordum, bi cevap verin, yani en azından YAKLAŞIK OLARAK bir şeyler söyleyin. Yaklaşık olarak Mutlak ha?.. Bu iki kelimeyi yan yana getirdi densiz. Hoca bakışlarının içini daha da boşaltıyor ve bakmaya devam ediyor. Bu arada bütün röntgenciler kıpırdamadan ona bakıyor. Hiç görünmeden büyük bir felaketi seyrediyorlar. Bir taş kadar mutlular. Çok mutlular. Ve aniden beklenen siyasi tepki geliyor. Taşlar büyük gürültüyle patlıyor. Bütün felsefe öğrencileri müstehcen çapta kahkahalarla gülüyorlar. Hatta nasılsa gülmeye aynı anda başlayıp aynı anda kesmeyi bile başarıyorlar. Dinozor, küçük dinozorlarının 'anlayışından' memnun, mesut, sırıtıyor. Ve küçücük bir cevaba bile tenezzül etmeden derse devam ediyor. O da, hiç ikiletmeden, ama masadan defterlerin kaptığı gibi topuklarını vura vura arkasına bakmadan sınıfı terk ediyor. Evet, kapıyı da çarpıyor arkasından. Bir daha da o kapının çevresinde de hiç görünmüyor. Ve o çıktıktan sonra sınıf yine eskisi gibi görünmez oluyor. Onu beş dakikadan fazla görmedim. Yüzünü, sesini unuttum. Ama varlığından, yani yokluğundan hiç kurtulamadım. Uzaklaşan topukları uzaklaşmaktan hiç vazgeçmedi. Burada artık aşk giriyor araya. Ve izin verin de, bana yıllardır yük olan bu aşkı yavşamış kelimelerle ortalık yerde bitireyim.<br />Ömrüm boyunca onun bu sorusuna bir cevap bulmak istedim. Yıllar sonra sorusunun cevabını buldum. Mutlak olan, felsefeye ihtiyaç duymayandır. 'Yaklaşık olarak Mutlak' olana gelince. O sendin, o gün o sınıfta. Çünkü senin felsefeye ihtiyacın yoktu. Yani neredeyse yoktu. Çünkü senin siyasete ihtiyacın yoktu. Çünkü sen hiç siyaset yapmayacaktın hayatta. Siyaset senin için yapılacaktı. Bazen seni elde etmek için. Bazen de, seni devirmek, yok etmek için. Çünkü sen, niyetin olmadan kısmetliydin. Günahın olmadan lanetliydin. Adımını attığın her yerde, hiç siyaset yapmadan iktidar sendin. O gün ben de güldüm sana. Affet beni. Bak senden kurtulmak için ben de artık görünür oldum. Kendi lanetimi kendi ellerimle kurdum.<br />"Aşk, ortalık yerde teşhir edilmeye başladığı anda yok olmaya yüz tutar." İşte kadın filozof Hannah Arendt'ten kabul eden herkese eşsiz bir sevgililer günü hediyesi. İki gün rötarla. Hem de bedava.<br /></div><div align="justify"><em>NB: Okuduğum en iyi siyaset yazarı Gökhan Özgün'ün yazdığı onlarca yazı içinde siyasetle ilgili olmayan (bence değil) yegane yazısı, iki sene önce bu zamanlar yayımlanmıştı. (Geçmiş yazılarına </em><a href="http://gokhanozgun.blogspot.com/"><em>http://gokhanozgun.blogspot.com/</em></a><em> dan ulaşabilirsiniz.) Kendisi geçen sene yazı yazmayı bıraktığından beri, hayatı ve memlekette olan biteni anlama çabam daha ümitsiz. Geri döneceği günü tevekkülle, kitap yazacağı günüyse dört gözle bekliyorum. </em></div><div align="justify"><em></em></div><div align="justify"><em>Yazıya gelince. Bugün erken yatmam lazım, kısa tutacağım. Daha önce bu yazı için 14 Şubat'a tarih vermiştim, bugüne kısmetmiş. Sittin sene yazamayacağım bir yazı olduğunu belirtmeme hacet yok herhalde. Bir zamanlar sevdiğimi açık ettiğim/söylediğim herkese, muhabbetle. Zira Seneca'nın dediği üzere, "sevip de kaybetmiş olmak, hiç sevmemiş olmaktan iyidir."</em></div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-3942063472286980732010-02-08T16:37:00.008+02:002010-02-08T17:36:16.255+02:00RTÜK: Çiçek buzlamadan daha hoş<div><span style="font-family:verdana;">Tam da bugün hisli bir yazı yazmak için bilgisayarın başına oturmuştum ki, ntvmsnbc'deki haberi (başlıkta yazdığım) görünce çileden çıktım.</span><br /><br /><span style="font-family:verdana;">Beni tanıyanlar bilir; sansürün her türlüsüne karşıyım. Dayanak noktam ise; eğer ortada bir problem varsa sansürün asla çözüm olmayacağı. Ne yazıkki youtube'un Türkiye'de yasaklanması, Atatürk ve yüce Türk milleti hakkında yayınlanan videoların ortadan kaldırılmasını; pornografik içerikli sitelere ulaşılamaması, Dünya'daki çocuk pornosu endüstrisinin çöküşünü; iş yerlerinde facebook ve benzeri sosyal ağ sitelerinin engellenmesi, herkesin daha verimli çalışmasını sağlamıyor... Aynen filmlerdeki sigaralı sahnelere uygulanan sansürün sigarayı engellemediği gibi. </span><br /><br /><span style="font-family:verdana;">Elbetteki sigara kullanım oranını düşürecek her türlü uygulamayı desteklerim, ancak öncelikle bu konunun sosyal bir problem olduğunu, sigaraya insanların filmlerde gördükleri için başlamadıklarını anlamak lazım. Şu anki dar görüşlü, örümcek kafalı hükümetten böyle bir anlayış beklemek saflık olur.</span><br /><br /><span style="font-family:verdana;">Bir süredir cnbc-e'de (ki ailecek izlediğimiz bir kanaldır) uygulanan "sigaranın üzerine çiçek böcek yerleştirme" efektinin önce beni güldürdüğünü, sonra sinirlendirdiğini ve en sonunda gerçekten çok üzdüğünü fark ettim. Yıllar yıllar önce çekilmiş güzelim filmlerin en başarılı sahnelerinde bir de bakmışsınız ki alakasız bir çiçek resmi... Bir şeyin içine bu kadar edilebilir. Sabır yarabbi diyerek (ve elimden hiç bir şey gelmeyeceğini bilmenin yarattığı sıkıntı ile) güzelim kanalımdan gün ve gün uzaklaştım.</span> </div><div><br /> </div><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 320px; DISPLAY: block; HEIGHT: 228px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5435896727517515778" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEimxHo6iDQSyQxBaQkp9nBVSjNN3bz4XyipF11XMaLhMRB2UeD69QigT5EK9DIoWN57zO0hW71QL9MdAZdU_i9qUi5Axd5ebFvqFmzqSuc7Cp8C26Ntr5kEncSevfAb6BPcuPLdz6QFumg4/s320/100208~1.JPG" /><br /><span style="font-family:verdana;">Bugün "saygıdeğer" RTÜK Başkanı Davut Dursun'un yaptığı </span><a href="http://www.ntvmsnbc.com/id/25054968/"><span style="font-family:verdana;">açıklamayı</span></a><span style="font-family:verdana;"> okuyunca nevrim döndü. Neymiş, kendisi cnbc-e nin sigaraların üstüne koyduğu çiçekleri hoş buluyormuş. Başbakan'ın da sigara konusunda katı bir duruşu varmış. </span><br /><span style="font-family:verdana;"></span><br /><span style="font-family:verdana;">Peki o zaman, umalım da aldığınız önlemlerle ilkokul çağında sigara tiryakisi olmuş çocuklar sokaklarda cirit atmasın. Açlıktan ölmemek için otoban kenarlarında fahişelik yapan kadınlar, cinselliği hiç öğrenemediği/yaşayamadığı için turistlere tecavüz eden, sonra da gırtlaklayan adamlar, bir erkeğe safça "seni seviyorum" dediği için kızının beynini dağıtan "namuslu" babalar, belki şöhret olup da çok para kazanır diye çocuklarını seviyesiz yarışmalarda pazarlayan analar... <strong>Hepsinin üzerine birer çiçek yerleştirelim olsun bitsin...</strong></span><br /><span style="font-family:verdana;"></span><br /><span style="font-family:verdana;"></span>eyesmanhttp://www.blogger.com/profile/03966388753152226441noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-68563497582362171992010-02-07T00:41:00.007+02:002010-02-07T00:55:16.681+02:00Mükemmel Bir Gün - Hem de sadece muz balıkları için değil<div align="justify">Müzik konusundaki cahilliğim vahim boyutlarda ve bu konudaki eksikliğim, diğer kusurlarımın yanında bana daha çok batagelir yıllardır. Yine de, bir süredir pek güncellenmemiş çalma listem -veya ondan sıkıldıysam Radyo Eksen- bilhassa depresif bir şeyler karalarken; işim tarafımdan esir alındığım; angarya bir işi tek başına yaptığım (çok karakteristik bir örnek olarak: ütü) veya kimseyle konuşmak istemediğim, bana bulaşılmaması için en aksi halimi takındığım zamanlar beni rehabilite etmek için hazır ve nazırdır.<br /><br />Lou Reed’in “Such a perfect day”ini de işte bu zamanlardan birinde birkaç hafta önce Radyo Eksen’de dinlemiştim, daha önce dinlediğim bir şarkı olsa da, o dinleyişimde o kadar dikkatimi çekti ki yaptığım işi bırakıp sadece şarkıyı dinledim. Hayat dolu sözleriyle tezat oluşturan melodisinin hüznü bana çok sahici gelmişti, sonra art arda çok farklı yerlerde tekrar rast geldim, ve şarkı bir süredir dilime dolanmış durumda, yabancı bir şarkıyı mırıldandığımı daha önce pek hatırlamıyorum…<br /><br />Bu şarkının esas gücü ne Lou Reed’in dokunaklı sesinde, ne sizin ayağınızı yerden kesen melodisinde, şarkının tılsımı bence sözlerinde, hepimizin başından geçmiş, geçmesi muhtemel son derece sıradan bir günün yazarı bu kadar mutlu edebilmesinde. Ama demek ki mutlu olmak için naptığından çok bunu kimle yaptığın önemli, anıların senle o an(ı)ları paylaşan kişiyle arandaki ilişkinin derinliği kadar kuvvetli belki de.<br /><br />Kimseye söylemeyecekseniz bir itirafta bulunayım: Aslında yatmıştım, bambaşka bir şeyi yazmak için yataktan kalktım, ama kafamdaki imgeleri/anıları birleştirip cesaretimi toplayamadım, bu şarkıyı benden çok önce keşfettiğinizi tahmin edebiliyorum. Affeyleyin lütfen…</div><div align="justify"> </div><div align="justify"><iframe allowfullscreen='allowfullscreen' webkitallowfullscreen='webkitallowfullscreen' mozallowfullscreen='mozallowfullscreen' width='320' height='266' src='https://www.blogger.com/video.g?token=AD6v5dz-2aaYXOwF1equ1-k7mc5HjCXz_9HEpXmNDTxvdGDwWKFfIfjxT5m1YVvRWBn_KxR3FSikoqtiAznpdoOFkw' class='b-hbp-video b-uploaded' frameborder='0'></iframe></div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-80449220691453615042010-01-30T11:11:00.009+02:002010-01-30T17:54:51.736+02:00Meraklısına<p align="justify">Cumartesi günü kar-kış/yaş-güneş demeden ofise gelmenin dayanılmaz bir eziyeti olabiliyor, bu durumdan mükerrer sefer yakınmıştım zaten. Genelde bu günü başka zamanlar ofiste yapmaya fırsat bulamadığım işlere ayırıyorum, bunlardan biri radyo dinlemek, ofiste daha ileri bir teknoloji mevcut değil zaar. Kocaeli'nin geniş yayın ağı sayesinde hangi radyoyu dinleyeyim diye maymuna dönmeme rağmen, yine de idealist biri olarak NTV Radyo'dan şaşmıyorum. (Zaten bilen bilir, sağlıklı yaşarım, düzenli spor yaparım, Radikal müdavimiyim, Radyo Eksen dinlerim, sienbisie gençliğiyim.)</p><p align="justify">İşte NTV'de "O an" programından tanıdığımız usta haberci Oğuz Haksever'le, Türkiye'nin en malumatfuruş adamı Mehmet Barlas'ın Türk Sanat Müziği'yle ilgili program yaptığını öğrenmem de bu vesileyle oldu. Programın adı, bulunacak en yaratıcı isimlerden biri bence: Makam Farkı. Program NTV Radyo’da cuma akşamı saat 20:00’de tekrarı da her Cumartesi 11:10 ve Pazar 10:10’da yayımlanıyor. Tabi ki bu programda Mehmet Barlas, isim konusunda esinlendiği Yorum Farkı'ndan daha ehl-i keyif davranıp beraber sunduğu Haksever'e sardırmıyor, onun yerine eski plaklar, adı hatırlanmayan şarkılardan/sanatçılardan detaylı bilgiler veriyor. TSM tabi ki dinlediğim bir müzik değil, genelde sıkılıp programı da bitiremiyorum, ama dedik ya çaresizlik işte.</p><p align="justify">Az önce tüm ofise Ruhi Su'nun Drama Köprüsü'nü dinletme imkanı vermiş olmaları bile bu programı buraya yazmam için yeterli... O Ruhi Su ki, sosyalist olduğu gerekçisiyle 12 Eylül cuntası tarafından yurt dışında tedavi edilmesine vaktinde fırsat verilmediği için vefat etmiş, o cenaze töreni ki 12 Eylül sonrasının ilk büyük kitle eylemine sahne olmuş, çıkan olaylardan dolayı 163 kişi İstanbul siyasi şubede ve 1. Ordu Cankurtaran Trafik İnzibat Bölüğüne ait eski bir binada 15 gün süreyle gözaltında tutulmuştu. O dönemin Terörle Mücadele Şube Müdür ve Asayişten Sorumlu Emn.Md.Yrdcısı Mehmet Ağar'dı. (Wikipedia'dan aşırmadır) Ferasetine yandığımın memleketinde, bu tip olaylar sıradan, bunlardan haberdar olmaksa büyük bir tesadüftür, çünkü konu türküdeki gibi adam öldürmek bu topraklarda hakikaten oyundur...</p>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-23949162122394240782010-01-27T23:06:00.006+02:002010-01-27T23:14:41.238+02:00Dikkat Bu Yazı Spoiler İçermez!<div align="justify">Yazılarımdan da anlaşıldığı ve beni tanıyanların da çok iyi bildiği üzere, film izlemeyi, filmi çeken adamın niyetini anlamaya çalışmayı, kendimce yaptığım bir saptamayı eş dostla tartışmayı, kısacası film üzerine ukalalık etmeyi seviyorum. İzlediğim bunca filme rağmen, hala çok kolay kandırılabilir bir izleyiciyim, bundan şikayetçi olduğumu da söyleyemeyeceğim açıkçası, çünkü bu sayede (bilhassa sinemada) film izlemekten hala çocuksu bir zevk alıyorum, yönetmenin yarattığı dünyanın içinde kolayca kayboluyorum, yani sinemanın eğlendirme fonksiyonu benim için hala devam ediyor, sadece beni şu an eğlendiren film tipleriyle ilk film izlemeye başladığımda eğlendiren film tipleri bir değil. Ama bir kısmını geçmiş yazılarımda bahsettiğim bir sürü filmi izlemiş olmaktan dolayı kendimi mutlu addediyorum, insanlarla olan hukukumda o filmlerin de bir payı olduğunu rahatlıkla <a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiMhfgYRCrQKvCi601IMk8jAmMWk-aWjSLbpuMgja9IHPKt9_k3HRMyvE-BvTdeC-caOwEJ2DIxrBRPKBKPxw5TQ4ZdFWbPGb8cQ0JrmO4Si39R8DhTkHyZ-2DkwvuFeuLE3BzVokuNz01c/s1600-h/Sophie%2527s_Choice1.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5431530270796491250" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; WIDTH: 214px; CURSOR: hand; HEIGHT: 320px" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiMhfgYRCrQKvCi601IMk8jAmMWk-aWjSLbpuMgja9IHPKt9_k3HRMyvE-BvTdeC-caOwEJ2DIxrBRPKBKPxw5TQ4ZdFWbPGb8cQ0JrmO4Si39R8DhTkHyZ-2DkwvuFeuLE3BzVokuNz01c/s320/Sophie%2527s_Choice1.jpg" border="0" /></a>söyleyebilirim. Bunca izlediğim iyi filmden ayrı olarak, tuhaf bir biçimde, bana kendini “izletmeyen” bir film var: Sophie’s Choice.<br /><br />Alan J. Pakula’nın 82 yapımlı bu filmi, William Styron’ın aynı isimli çok satan romanından uyarlanmış ve Oscar’ın gediklisi Meryl Streep’e En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazandırmış. Filmin konusuna dair bildiğim iki oğlundan birini seçmek zorunda bırakılmış bir annenin İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı dramla ilgili olduğu.<br /><br />Bu filmin efsunu, kah Ahmet Çakar’ın futbol yazısında kah Hasan Cemal’in konuşmasının bir kenarında kah Müjde Ar’ın “izlediğiniz en iyi aşk filmi?” sorusuna verdiği cevapta karşıma çıkıp, bir türlü kendisini izleyememiş olmamda. Kendisinden verdiğim en manalı doğumgünü hediyesini devşirmişliğim var. Filmi birkaç sene önce güç bela bulmuş olmama rağmen, ona bir önem atfettikçe bunu alelade bir zamanda ve tek başıma izlemekten imtina ettim ve zevki devamlı erteledim, en son geçen pazar günü, şu zamana kadar dışarıda gezmek için geçirdiğim en kötü havaların birinde, Cihangir’le Gümüşsuyu’nun kesiştiği bir kafede (o iki yerin kesişmediğini ben de biliyorum, atlamayın hemen) izlemeye yeltenmişken, yine nedenini hala anlayamadığım bir sebepten ötürü bu filmi izlemekten mahrum kaldım... ve ne yalan söyleyeyim, pişmanım.</div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-77436365823545843602010-01-22T23:03:00.005+02:002010-01-23T10:50:04.389+02:00İstanbul'da Bir Gece<div align="justify">Zifiri karanlıktasın, uyku tutmuyor bir türlü. Bütün gün pinekleyip ekrana bakmaktan sulanmış gözlerin kapanmıyor. Nabzının şakaklarında attığını hissediyorsun. Çaresi yok, ne kadar soğuk olursa olsun, dışarı çıkman lazım. Camı açınca poyrazın taşıdığı su damlacıkları suratına çarpıyor. Soğuk. Hem de it gibi soğuk. Ama dört duvarın havasızlığından, basıklığından kurtulmak için sokağa karışman, çamura bulanman lazım. Telefonunu bırak, kimse aramayacaktır zaten.<br /><br />Dışarıya adımını atmadan saate bakıyorsun, on sekiz saattir ayaktasın, bunun dört saati trafikte geçmiş. Semtin arka sokaklarına, varoşlarına doğru yürüyorsun. Yaşayanlarının spor yapmak deyince, gecenin bir yarısı halısahada tıknefes koşmak veya eli belinde dolaşarak bağırmayı anladığı mahallelere geldin. Kafasında saç kalmamış orta yaşlı adamlar, amatörden bir gıdım yukarı yükselmemiş, futbolcu olamamış “topçu”lar, artık olduklarını ispat etmeye çalışan ergenlerden oluşan takımları seyrediyorsun biraz. Yazlıkta onlardan biri olduğun zamanları, bir tek maç kaybetmediğin yılı hatırlıyorsun. “Sen nerede oynuyordun abi?” diye sorulunca gözünün ne kadar parıldadığını anımsıyorsun. Ama o zamanlar artık uzak bir anı. Anılarsa peşini bırakmıyor. Nieztche’nin dediği gibi, çok övündüğün hafızan yara toplamış bir irin artık senin için. O yarayı daha fazla kaşımamak için artık ayrılıyorsun. Yokuş dikleşiyor. Caminin bitişiğindeki pastane henüz kapatmamış. Yağmurdan sırılsıklam, içeri girdiğine memnunsun. Ama içerisi dışarıdan sıcak değil. Kapının kolunu bastırmanla birlikte olabilecek en basit mekanik düzenekle zil çalınıyor. Burası müşterinin sıklıkla uğradığı bir yer olsaydı, böyle bir numaraya kalkışmazdı dükkan sahibi. Tam istediğin gibi bir yere girdin, burada sittin sene görünmen, fark edilmen mümkün değil. Fark edilmeye çalışmak yazarların derdi, sense, bir kişi tarafından fark edilmeyi dert ediyorsun kendine, gerisi çok da önemli değil senin için, görünmeden yaşamaktan yana bir sıkıntın yok. Üst kattan yaşlı bıyıklı bir adam iniyor, bir ince belli söylüyorsun. Bu senin içini ısıtacak. Gecenin bir vakti çayı dökmediği için şanslısın, bunu biliyorsun. Köşedeki 37 ekran televizyonda Kanal 7 açık, bir Türk filmi oynuyor. Türkan Şoray’la Kadir İnanır’ı seçiyorsun uzaktan. Bir an için, küçük çocuklar gibi o görüntüye büyük bir naiflikle hiçbir şey anlamaya çalışmadan bakıyorsun sadece. Filmin adını bile görmüyorsun, ama sahneye bakılırsa bir aşk filmi olması lazım. Şakaklarındaki zonklama biraz diner gibi oldu. Mutluluğun, “Kapatıyorduk delikanlı” nidasıyla bozuluyor. Hesabı soruyorsun. Çayı bir de Nazilli’de bu fiyata içebilirsin. Ödeyip çıkıyorsun. Kapının kolunu indirince yine aynı asap bozucu zil sesini duyuyorsun. Dışarı çıkınca hiçbir şeyin değişmediğini anlıyorsun. Senin mutluluğun, o siktirici 37 ekran televizyonda, o hayatında üç dakikadan fazla izlemediğin kanalın otuz sekizinci tekrarını verdiği filmde kaldı. Filmin atmosferine çabuk girdin yine, hikayeye çok çabuk aldandın.<br /><br />Sokağın sessizliğine bakılırsa gece yarısını geçtin bile. Gittiğin yönde TEM var sadece, geri dönüyorsun. Su damlaları burnundan ve kulağından bile damlamaya başlamış artık. İnat ediyorsun yürümekte. Bu kadar sağanak yağmurda ağlayabilirsin doya doya, gözün kızarmadığı sürece kimse bir şey anlamayacaktır. Bir gün içersen bunun rakı olacağına dair sözünü anımsıyorsun. O sözünü tutmak için iyi bir fırsat. Seni akşam arayan arkadaşın hala meyhanede olabilir. Yolunun üstündeyken uğramak istiyorsun. Girer girmez, sigara dumanının içinden Tarık’ı seçmekte zorlanmıyorsun, o hala görüştüğün en eski arkadaşın. Her sinirli olduğundaki gibi, selam verip alelade bir iki cümle kurup sonra susuyorsun. O sana neyin var diye sorduğunda cevap alamayacağını bilecek kadar iyi tanıyor seni, o da susuyor. Bu meyhaneye daha önce geldin, seviyorsun burayı. Duvardaki şiirlere ilişiyor gözün. Bir tanesi “ben doldurur ben içerim, günah benim kime ne” diyor. Artık seni günaha girmekten alıkoyan prangaları salabilirsin. Afiyet olsun.</div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-49311438995872334172010-01-21T08:47:00.002+02:002010-01-21T08:50:07.264+02:00Kısaca “yazar”<p align="justify">Güne zaten depresif başlamıştım, perşembe alışkanlığım olan Feridun Düzağaç yazısı hepten keyfimi kaçırdı. Bir dönemdir devam ettiği futbol yazılarına anladığım kadarıyla şu yazıyla nokta koymuş:<br /><a href="http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=975847&Yazar=FERİDUN%20DÜZAĞAÇ&Date=21.01.2010&CategoryID=103">http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=975847&Yazar=FERİDUN%20DÜZAĞAÇ&Date=21.01.2010&CategoryID=103</a><br /><br />Marifet iltifata tabiymiş, sevdiği kızla olan ilişkisini kağıda döktüğü naiflik ve dürüstlük, geçen senenin en vurucu filmlerinden birini hiç çaktırmadan hikayeye yedirmesi, kelimelere ve deyimlere attırdığı taklalar onu benim için ülkenin (Tanıl Bora’nın da hakkını yemek istemeyiz ama) bir numaralı spor yazarı yapmıştı, yarattığı boşluğun doldurulabileceğini sanmıyorum. Kendisiyle "kapalı üst"te karşılaşmak dileklerimle...</p><div align="justify"></div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-10750935899256124142010-01-21T00:07:00.005+02:002010-01-21T13:00:04.381+02:00Dergi yarasına Bant iyi gelir mi?<div align="justify">Şu anda elimde tutmuş olduğum dergiyi ilk kez 2008 yazında, bir arkadaşımda tesadüfen görmüştüm, o sayıda içinde otel geçen filmlerle ilgili çıkan bir yazıyı sahilde bir çırpıda okuyuşum net olarak hatırımda. Aynı konunun devamı olarak Anayurt Oteli’yle ilgili yazıyı da büyük bir zevkle okuduğumu da hatırlıyorum. Yalnız bir saniye müsadenizi rica edeyim, bir elde dergiyle hızlı yazamıyorum.<br /><br />Nerde kalmıştık, Bant, birçok açıdan muadili olmayan bir dergi. Eskiden aylık çıkarken 2008 kriziyle birlikte iki ayda bir çıkmaya başladı. Sinemayı, müziği ve illüstrasyon tarzı, neydi o kelimenin adı Güntekin, hah <em>postmodern</em> denebilecek görsel sanatları konu ediniyorlar. Benim için en büyük falsoları, edebiyatla ilgili bir tane yazıları bile olmaması, zira benim gibi müzik cahili biri için bu dergi sadece sinema yazılarıyla bir şey ifade ediyor.<br /><br />Başka bir garipliği prensip olarak, hiçbir kapakta içindekiyle ilgili en ufak bir ipucu vermiyorlar, mutlaka kapakta provokatif bir illüstrasyon vb kullanıyorlar, bu da sadece sanatçıyı tanıyorsanız size bir şey ifade edebiliyor, onun dışında sayının içeriğini kapağın cildinde yazan birkaç kelimeden kestirmek zorunda kalıyorsunuz. (İki üç kere bu dergiyi alıp, okuyacak bir şey bulamadığımda bu huylarına küfredip bir daha almamaya karar verdiğimi itiraf edeyim.)<br /><br />Ama yeminler bozulmak için, bugün büfede akşam sıkılmamak için dergi okuyayım diye düşündüm ve eski bir alışkanlıkla elim Yeni Harman (o hakikaten ayrı bir yazının konusu) ve Bant’a gitti. 2009 Ocak-Şubat sayısında yılın en iyi elli yabancı (ve on Türk!) film ve albümünü değerlendirmişler, bu açıdan film ve müzik tercihi için bir referans sayısı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca dosya sayısı olarak, başka yerlerde de gördüğümüz, milenyumun ilk on yılı geyiği gibi, okurken çok eğlenceli ve ama okuduktan bir sene sonra pek bir şey ifade etmemesi muhtemel yazılar da var, ama bunları sinemanın, müziğin, toplumsal hareketlerin on yıllık gelişimi halinde ayrı kategori ve yazılarda değerlendirmişler, yazılara henüz bakamadım açıkçası ama mesela toplumsal hareketlerde ne yazdıklarını merak ediyorum…<br /><br />NTV Tarih dışında acaba bu sayıda ne işlediler diye merak edip ay başında bayileri aşındırdığım bir dergi yok bu ülkede, vaktinde bu tip işlere kıyısından bulaşmış biri için bu bir eksiklik, bir yara, bu haliyle Bant farklı içeriği ile bahsettiğim konulara meraklıysanız ilginizi çekebilecek bir yayın. Daha fazlası için <a href="http://www.bant.tv/">http://www.bant.tv/</a> hiç de fena olmayan bir site. Siz almadan yine de siteye bir uğrayın, şimdi beğenmezseniz küfretmeyin gariban blogçunuza.</div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-72542381864293214032010-01-18T22:54:00.005+02:002010-01-31T23:39:17.532+02:00Fark edilmek üstüne...<iframe allowfullscreen='allowfullscreen' webkitallowfullscreen='webkitallowfullscreen' mozallowfullscreen='mozallowfullscreen' width='320' height='266' src='https://www.blogger.com/video.g?token=AD6v5dx0JpKGZyYn3mrkv8dcLoKgfGtNtCt18RxTpgV7ULzszU7aWr28ou7awdtOqwJh9z6mVpZOLCjjkEjpvOEIPw' class='b-hbp-video b-uploaded' frameborder='0'></iframe>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-15827300316748858592010-01-10T23:23:00.003+02:002010-01-10T23:29:32.605+02:00Tesadüf<div align="justify">Hafta içi Taksim’e çıkmanın bende yarattığı duygu, hayatı ıskalama hissidir. Geçtiğim her vakitte, İstiklal o kadar kozmopolit, cıvıl cıvıl ve vaatkardır ki, ben gelmeden önce de, gittikten hemen sonra da hayatın aynı hızla devam edeceğine kani olurum. Fakat heyhat! Benim sürem hep kısıtlıdır, hafta içi Taksim’e çıktığımda zaten servisten akşamın bir saatinde inmiş, dışarıda olduğum gecenin ertesi sabahında şehrin köpekleri, temizlik işçileri ve fırıncılarıyla aynı saatte kalkmak zorunda olduğum için de Taksim’deki teneffüsümü kısa kesmek zorunda kalmışımdır.<br /><br />Bütün bunları düşünüp, kalabalığı yardır Allah yararak Tünel’e geldiğinizde, gittiğiniz barın önündeki kalabalığı görünce yüzünüz ekşir. Yanınızdakileri birbirinize sesinizi duyurmak için bağırmanızı gerektirmeyecek bir yere götürmeyi teklif etseniz, çok mu ayıp olur diye düşünürsünüz. İçeride ne olup bittiğini merak bile etmezsiniz. İnsanları kandırıp götün götün (bu vesileyle bu deyimin anlamını genişlettiğimi, bundan sonra yerli yersiz kullanacağımı ilan ve itiraf ederim, her yazıda doğru yerde kullanacağım diye bin dereden su getir nereye kadar çok afedersiniz) favori pasajınıza doğru yollanmaya hazırlanmışsınızdır ki bir el tokalaşmak için uzatılmıştır. -Hemen heyecanlanma metus, bir kız eli değil bu. Burayı Danimarka mı sandın?- Karşınızdaki çocuk isminizi söyler: Metus Mehmetus mu acaba? “Evet.” Çocuğu tanımadığınızı çaktırmadan edemezsiniz. Anıları hatırlamakta bu kadar başarılı olan hafıza, nolur biraz da suratları ve isimleri hatırlasaydı! Babanızın ismini söyler, onu da teyit edersiniz. Eliniz artık daha sıkı sıkılmaktadır. Bin kere duyduğunuz “hiç değişmemişsin” sözünü bir kere daha duyarsınız. Çocuk kendini tanıtır. İkinci cümlesi, “ben senin kitaplarından çok ders çalıştım” olur. O zaman kafanıza dank eder. Nazilli. Ortaokul. Kasvet. Alttaki dükkanda çalışan kadının fakir ama zeki çocuğuna verilen koli koli kitap, deneme sınavları, soru bankaları, hatta öğütler… Ama siz, bir şey yapmamışsınızdır ki zaten. O çocuk, söylediği üzere, yazıla çizile eprimiş, tekrar tekrar çözülmüş o kitaplara çalışarak mühendis çıkmış olabilir mi? Bilemezsiniz. Ama bildiğiniz bir şey vardır: Bu ülkede, adamdan sayılmanın, dikey olarak yükselmenin, itibar görmenin en kestirme yolu, okumaktır. (En azından sizin kıt muhayyilenizde öyledir.)<br /><br />İşe yaradığınızı hissettiren bir tesadüfle karşılaşmışsınızdır. Bir anda, hakkınızın geçtiğini düşündüğünüz ve artık görmediğiniz diğer insanlar aklınıza düşer. Acaba onlar, şu an ne yapmaktadır? Şehre ve kaderinize güvenin, nasıl olsa onu da başka bir tesadüfle er geç öğreneceksinizdir.</div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-59685203769316124232010-01-10T02:11:00.009+02:002010-01-10T12:10:09.666+02:00İnsanı mutlu kılan basit bir detayGecenin ilerlemiş bir saatinde zifiri karanlığına/sessizliğine (sessizliğin de<em> rengi</em> olur) baktığınız, bakıp huzur bulduğunuz denizden gelen dalga sesi. Benim için yazlıkla ve onun getirdiği mutlulukla var olmuş bir ayrıcalıktı, bugünkü müşahedeme göre, aynı sahneye İstanbul'da tanık olmak da ömür uzatır. Yeminle.metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-84514062680913691452009-12-31T10:16:00.003+02:002009-12-31T10:25:50.709+02:00Arak<div align="justify"><strong>Ters yazı</strong><br />İple çekerek "yılbaşı" değil "aybaşı" bekleyenler... Hele ikramiye alacağı ayı "on bir ayın sultanı" gibi görenler...</div><div align="justify">Hindiyle mindiyle değil, iki tas kuru yemiş, kelek yerli votka ve televizyon zırvalarıyla saat on ikiyi bulacak olanlar...</div><div align="justify">Yeni yıla eğlenerek değil, çalışarak girecek olanlar...</div><div align="justify">Bütün nöbetçiler... </div><div align="justify">İster dağ başında, ister sınır karakolunda, isterse eğitim alayında bu geceyi yalnızca demli çayla kutlayacak olan nöbetçi subaylar, astsubaylar, erler...</div><div align="justify">Doğum yaptıracak, yaralı bakacak nöbetçi doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar, hademeler...</div><div align="justify">Bütün gece bekçileri... Site kulübesinde uyuklayanlar, inşaat betonunda üşüyenler...</div><div align="justify">Herkes eğlenirken "kim yeni yıla nerede nasıl girdi, eski yıldan nasıl çıktı" gibilerden hiç kimsenin merak etmediği dandik haberlerin peşinde koşturacak muhabir arkadaşlar...</div><div align="justify">Sarhoş taşıyacak taksiciler, sarhoş kovalayacak polisler...</div><div align="justify">Ekmek uğruna sarhoş nazı çekecek meyhaneciler, garsonlar, komiler, kapıcılar, sarhoş kusmuğu temizleyecek kenefçiler...</div><div align="justify">Müşteri kapıda yığılınca "fazla mesai" yapacak ağır işçiler...</div><div align="justify">Tam tersine, bu gece yapayalnız kalanlar...</div><div align="justify">Hediye alacak, hediye verecek kimsesi olmayanlar...</div><div align="justify">Kimsesi olsa bile hediyelik parası çıkışmayanlar...</div><div align="justify">Sevgilisinden ayrılmış, eşinden boşanmışlar, yuvası yıkılmışlar...</div><div align="justify">Kalık yemeğini kendisi ısıtıp çabucak yiyecek yaşlı adamlar...</div><div align="justify">Kocası ölmüş, çoluğu çocuğu evlenmiş gitmiş, gelini arsız, damadı hayırsız çıkmış yaşlı kadınlar...</div><div align="justify">Arkadaşına "oturmaya" gönderilmeyen genç kızlar, belki bir kız bulurum umuduyla kendini oradan oraya atan genç erkekler...</div><div align="justify">Ve de gecenin köründe sarkıntılık edilecek, orası burası mıncıklanacak genç kadınlar...</div><div align="justify">Kırmızı don alıp da giyemeyenler, burukluk duyanlar, kırmızı don giymek gereğini duymayacak kadar gerçekçi takılanlar ama gene de içinde ukde kalanlar...</div><div align="justify">Gurbette çalışanlar, gurbette okuyanlar... </div><div align="justify">2009 yılına işsiz girecek olanlar... </div><div align="justify">2010 yılına da işsiz gireceklerinden korkanlar...</div><div align="justify">Ve de bu geceyi mapus damlarında, ama haklı yere ama haksız yere, hem çok kalabalık hem de yapayalnız geçirecekler...</div><div align="justify">Herkesin yeni yılı kutlu olsun ama sizinki biraz daha kutlu olsun.</div><div align="justify"></div><div align="justify">NB: Engin Ardıç'ın 2008'in 31 Aralık'ında Sabah'ta yayımlanmış yazısı... Seyrek yazan biri olarak, yazı araklama joker hakkımın birini, hem yazının çarpıcılığını, hem Engin Ardıç'ın duygusal yazı yazma ihtimalinin düşüklüğünü göz önünde bulundurarak bu yazıyla kullanıyorum, affınıza sığınarak. Diğeri, 14 Şubat'ı bekleyecek...</div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-20718428235152708312009-12-29T22:17:00.005+02:002009-12-29T23:26:07.060+02:00Suç’un Çizgisi, Ceza’nın Romanı<p align="justify">Her zaman için, Suç ve Ceza’yı okumamış birine tüm işini gücünü bırakıp, tez elden o kitabı bitirmesini salık veregeldim, size de başka şekilde davranacak halim yok açıkçası. Kitap okuma alışkanlığı olmayan biriyken, mahrumiyetin kralını yaşadığım lisede, sırf vakit geçirmeme vesile olur diye aldığım ve hoşuma gitmiş birkaç Yaşar Kemal kitabından sonra (ilk kitap tabi ki Çakırcalı Efe’ydi) elime aldığım ilk kitaptı Dosteyevski’nin klasiği, ve hasbelkadar kitap okuyan biri olmamda bu kitabın -Yaşar Kemal’le birlikte- etkisi yadsınamaz. Kitabı okumaya başlar başlamaz, kitabın içindeki ufunetin, Raskolnikov’un çaresizliğinin, fakirliğinin tesiri altına giriyordunuz. (Bir arkadaşım, o kitabı askerde okuduğunu söyleyip kafayı sıyırayazdığını söyledi, hakikaten o kitabı okumak için iyi bir zaman değil!) Kitap, birçok açıdan çarpıcıydı: Her şeyden önce, Dosteyevski’nin karakterleri, sokağı döndüğünüz zaman karşılaşacağınız kadar sıradan ve günahkardı. Hikaye, katil olmak durumunda kalmış bir öğrencinin, rüşvete bulaşmış bir devlet memurunun, sırf zengin diye sevmediği biriyle evlenmek durumunda kalmış genç kızın üzerinden aslında Rusya’nın yaşadığı modernleşme sancısının sıradan bireyler üzerindeki etkisini konu alıyordu. Tüm bunların üstüne, kitap size dönüp dolaşıp şu soruyu sordurarak nifak tohumunu sokuyordu: Gördüğünüz zaman kaldırım değiştirmenize sebep verecek kadar tiksindiğiniz, insanlara zarar verdiğini bildiğiniz birinin yok olması <em>ne kadar</em> suçtu? <em>Bu suç mazur görülebilir, cezalandırılmayabilir miydi?</em> (Bu sorulara yekten hayır diyebiliyorsanız ne mutlu, peki öldüğüne sevindiğiniz biri de mi olmadı hayatınızda, şimdi dönüp o soruları tekrar sorabilir misiniz?) Kitaptan hemen sonra, Dosteyevski’nin hayatının Raskolnikov’la paralelliğini öğrenip daha da şaşırdım: Raskolnikov gibi fakir, günahkar (kumarbaz!) ve sara hastasıydı, o hastalık kitap boyunca Leningrad sokaklarının dondurucu soğuğunda Raskolnikov’dan ayrılmayacaktı. Adi suçtan değil, ama rejim muhalifi olarak önce idama mahkum edilmiş, kurşuna dizilecekken, çar tarafından affedilmiş ve cezasını tıpkı Raskolnikov gibi, kürek mahkumu olarak çekmişti. Kitabın sonunda Raskolnikov, tıpkı Dosteyevski gibi bir “aydınlanma” sonucu koyu bir Ortodoks olur. Bu bile başlı başına, Batı modernleşmesinin (“aydınlanmasının”) antitezidir- Ortodoksluk, bilindiği üzere Hıristiyan teolojisinde Katolikliğin bir kliği, ve merkantilizme ve sonrasında Sanayi Devrimi’ne ortam sağlayacak Protestanlık’ın hasmıdır.<br /><br />Bütün bunları yazmama vesile olan, NTV Yayınları’ndan çıkan Çizgi Roman Dünya Klasikleri Serisi’nin bir eseri olarak, Suç ve Ceza’nın çizgi romanı. Zaten çizgi roman okuma alışkanlığı olan biri değilim, ayrıca seride daha önce okumadığım hiçbir eserin çizgi romanını okumayı düşünmüyordum, çünkü bir edebi eseri tam anlamıyla yansıtamayacaklarını biliyordum. Ama bu biraz çizgi romana haksızlık olacaktı, çünkü sinema da bir kitabı kopyalamıyor ama yorumluyor, bazı detayları öne çıkarırken bazılarını hepten yok ediyor, son kertede o hikayeyi baz alan daha farklı bir hikaye yaratıyordu. Sinemaya defalarca verdiğim bu imkanı çizgi romandan esirgemek elimden gelmedi. Ukalaca ahkam kestiğime de bakmayın, yukarıda edindiğim izlenimler dışında olay örgüsü bağlamında kitaptan çok fazla şey de hatırlamıyordum aslında. (Genelde kitaplardan, hatta filmlerden aklımda kalan bir cümle/sahne veya -zaman zaman o zamanki ruh halimin de tesir ettiği- bir duygudur, tüm beğenme beğenmeme yorumlarını bu hükmün üzerinden icra ediyorum, bu konuda öznel hissiyatımı aktarmaya çalışıyorum sadece, büyük yorumlara/sentezlere varıyormuş gibi görünmek istemem, bu vesileyle de günah çıkarmış olayım…) Bununla birlikte, kitaba olan hayranlığım, bana çizgi romanı da aldırttı, pişman olmadığımı peşinen söyleyeyim.<br /><br />Her şeyden önce çizer Alain Korkos ve eseri uyarlayan David Zane Mairowitz, kitabı aynen aktaramayacaklarının bilincindeymişçesine, kitabı cesurca günümüze uyarlamışlar: Arka planda birden çok karede –Çar benzetmesi yapılan- Putin’in portreleri asılı, Mac’ler ortalarda dolaşıyor, duvarlarda God Save Queen afişleri, Pepsi reklamları kol geziyor. Rusya için, şu an da çalkantılı bir dönemden geçtikleri yorumu yapabilir, yani Dosteyevski’nin dertleri hala güncel… Çok fazla psikolojik çözümlemeye girmeden, siyah beyaz çizgilerin de yardımıyla daha çok surattaki ifadelere ve iç konuşmalara yer vererek o ufuneti hissettirmeyi tercih etmişler, kestirme ve akıllıca bir metot bence, spoilerları uzatıp tadınızı daha fazla kaçırmadan, kitabı okuduysanız çizgi romanı da tavsiye ederim şahsen. Bu eserin bir başka yeniden yorumunu ise, Zeki Demirkubuz’dan bekliyoruz, Suç ve Ceza’yı onun gözünden göreceğim günü dört gözle bekliyorum…<br /><br />Çizgi Roman Dünya Klasikleri iyi iş yapmış olmalı ki, ntvmsnbc.com’da hangi Türk romanını çizgi roman olarak görmek istersiniz diye anket yapılmış ve Yaşar Kemal’in İnce Memed’i açık ara birinci olmuştu- Benim için ne hoş tesadüf! Yine de, gönül ondan önce İhsan Oktay Anar’ın bir romanını görmek ister değil mi sevgili blogger. İhsan Oktay Anar demişken, üstadın Puslu Kıtalar Atlası’yla ilgili çok özel bir yazıyı, Ocak’ın ikinci haftasında buradan okuyabileceğinizi belirteyim de biraz ağzınız sulansın…</p>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-9310835036577149982009-12-27T23:50:00.003+02:002009-12-27T23:56:24.399+02:00Senin bir an önce taltif edilmen şart!<div align="justify">Vavien, senaryo ve oyunculuk açısından Türk sinemasının yüzakı bir film, henüz seyretmediyseniz, aşağıdaki spoilerları okumayın derim. Taylan Biraderler’in Coen’lere benzetilmesi geyiğinden pek hazzetmiyorum, ama bu lafın sebepsiz yere üretildiğini de iddia edemem: Engin Günaydın bir röportajında, Fargo’ya duyduğu hayranlığı ve bu filmin hikayesinin ona benzediğini söylemişti. Yine de Vavien’i, taşrada sıkışmış insanın kötücüllüğünü anlatığı için, mizah damarı kuvvetli Demirkubuzvari bir film olarak görmek istiyorum. Filmde, sadece bu ülkede olacağına inandığınız bir sürü sahne var, uzun süre sonra içilen ilk sigara gibi, kısa mesajdaki kablo esprisi “şerrrefsizim benim aklıma gelmişti”, pavyon sahnelerindeki replikler de kült olmaya aday… Sonunun hakkınca bağlandığını düşünmesem de, oyunculukların tamamı şahane: Binnur Kaya, Engin Günaydın hatta bu ikilinin kankası İlker Aksum ve Üç Maymun’dan hatırladığımız Ercan Kesal dahil herkes döktürüyorlar. Benim için eşitler arasında birinciyse, Settar Tanrıöven.<br /><br />Bu adamın oynadığı ve benim kafamda yer etmemiş bir film/dizi hatırlamıyorum: Eşkıya’da ibne otel pansiyoncusu, Alacakaranlık’ta Uğur Yücel’in kankası, Yazı Tura’daki psikopat pezevenk, Takva’da Vakit okuru manifaturacı, Kader’de Bekir’in mazbut babası, Polis’te eski polis –göründüğü sahnenin birinde ettiği küfürün içtenliği hala hatırımda- ve tabi ki hepimizin onu ilk kez gördüğü, Bir Demet Tiyatro’daki Saldıray Abi gibi… Bunların hepsinde yan rollerde görev alıp karakterini seyircinin hafızasına kazımayı başarmış biridir Settar Tanrıöven. Bu haliyle, ilk başrolünü çok geç alan bir başka efsane komedi oyuncusu Şener Şen’e benzetiyorum onu, ve yalnız ve güzel ülkemde yaşamamış olsa, ününün çok başka yerlerde olacağı insanlar listesine ilk sıralardan gireceğini düşünüyorum… Bu filmdeki rolünün, izlediğim diğer filmdeki rollerinden daha ön planda olmasının da etkisiyle, şahane oyunculuğunu uzun uzun izleme fırsatımız oluyor, kahvede kardeşine verdiği akıldaki inandırıcılığı, itiraf sahnesindeki reaksiyonunu, Neşet Usta’yı izleyip attığı saz solosunu tekrar tekrar izleyebilirim. Marifet iltifata tabiymiş, Settar Tanrıöven, küçük büyük her role kendi nefesini üfleyen bir karakter oyuncusu olarak, kendi Yavuz Turgul’unu bekliyor.</div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-83453855361659187312009-12-18T15:21:00.007+02:002009-12-18T16:39:19.237+02:00Donna’nın Kokusu<p align="justify">Bir süredir yazamıyorum, üzerimdeki bu ataletin kalıcı olmasından korkuyordum, birilerinin burada yazanları okuduğunu duyuyorum/biliyorum, zaten yola çıkarken de amacımız okunmaktan ibaretti. Hal böyleyken güç yettikçe bir şeyler çiziktirmek lazım... Birkaç gündür niyet edip bloğa yazamazken, hayatta kayıtsız kalamayacağım şeylerden biri başıma geldi: Hiçbir şeyin olmadığı bir öncekinin tıpkısı bir perşembe gününde abimin kanallar arasında dolaşırken, televizyonumuzda hangi numarada olduğunu bile unuttuğum bir kanalda TNT’de Kadın Kokusu’na (Scent of a Woman) rastlaması gibi. Hemen eyesman’e mesaj attım ve son on gün içinde yaptığımdan farklı bir şey olarak CM oynamayıp filmi izledim, hem de tövbemi bozarak dublajlı olarak.<br /><br />Olan bitene anlamları kendimiz yüklüyoruz tabi ki, bu filme tesadüf etmek bizden başka hiçbir üçlü için (MFÖ, Üç Hürel, Metin-Ali-Feyyaz vb) bu kadar anlam ifade edemez, hem kişisel film arşivimizde, hem birbirimizle olan arkadaşlık hukukumuzda o filmin yeri ayrı, birbirimize yazdığımız yıllık vb yazılarda veya dost sohbetlerinde, devamlı referans gösterdiğimiz bir film bu.<br /><br />Film, İtalyanca bir filmin yeniden çekimi ve Al Pacino, tek Oscar’ını bu filme borçlu, daha doğru bir ifadeyle söylemek gerekirse, Akademi, kendisini tartışılır olmaktan bu filmle kurtarmış bence, o adama Oscar vermeyenin ne dünyada ne de ahirette yatacak yeri var zira... İtalyanca olan filmde Frank’i oynayan Vittorio Gassman Cannes’da en iyi erkek oyuncuyu kazanmış, karakterin ne kadar güçlü yazıldığı da aslında buradan belli. Birbirini bu kadar görmezden gelip farklı tercihlerde bulunan iki seçici kurulun da bu kadar büyük bir ödülde ittifak yapmasının başka bir örneği var mı, bilmiyorum.<br /><br />İtalyan çekimini izlemedim, ama Holywood yapımında Al Pacino hariç tüm oyunculukların kötü olmasının Al Pacino’nun oyunculuğunu vurgulamak amacında olduğunu düşünürüm. Al Pacino’nun karakteri (Emekli Yarbay Frank Slade) film boyunca sinüs eğrisi gibi salınır: Önce kör bir albayı oynar, Testa Rossa’yla polise yakalanınca “gören” kör albayı. Dünyanın en aciz adamı olarak sokaklarda yuvarlanır, ama filmin sonundaki tiradda herkese, izleyenlere bile tepeden bakar. Başta narsistlik paçasından sarkarken, filmin son sahnesinde, torunları üzerinden aslında kendisiyle barışır. Onu izledikçe alkol almayan biri olarak “John” Daniel’s içesim, son derece utangaç biri olarak içimde kalanları bir bir dökesim, kütük gibi dans eden biri olarak tango kursuna yazılasım, bir buhran anımda “It’s all dark here” diye haykırasım gelir. Filmle özdeşlik kurmamda kazmalar kazması Chris O’Donnell’ın (Charlie Simms) öğrenciliğiyle kendimi eşleştirmenin etkisi yadsınamaz sanırım, (Taşradan gelen çocuğun Amerikan Koleji’nde tutunma problemi- Okulun fiziksel yapısından, kütüphanenin çalışma düzenine kadar okulla ilgili birçok detayın Boğaziçi’ne benzemesinden çok etkilendiğimi hatırlıyorum) ama film buna rağmen benim için aslında Frank’in hikayesidir.<br /><br />Bu filmle ilgili dün fark ettiğim bir diğer nüans, filmin adında mahfuz: İtalyanca orjinalindeki “Profumo Di Donna” kadın kokusu demek, ayrıca meşhur tango sahnesindeki kadının adı da Donna, ve tango sahnesinden önce, Frank’le Donna arasında Donna'nın kullandığı sabunla ve Donna’nın kokusuyla ilgili bir muhabbet geçiyor. Yani eserin ismi aslında tek bir kadının, Donna’nın kokusuna işaret ediyor. Holywood yapımında tamamen İngilizce isimler kullanılırken, yönetmen Martin Brest’in, Donna’nın ismine dokunmamasının sebebi de bu. (Meraklısı bilecektir, Divan Edebiyatı’nda bu tip mecazlar çok sık kullanılır.)<br /><br />Bu yazıyı aslında hemen filmden sonra yazmak niyetindeydim çünkü bir gün sonra yazı yazma heyecanımı kaybedeceğimi düşünüyordum, bunları şu an yazarken filmden ne kadar etkilendiğime şaşıyorum, herhalde bende çok az film bu etkiyi yapabilirdi. İnsan kendini bile tam tanıyamıyor, yaşadıkça öğreniyor demek ki. Sis ne kadar yoğun olursa olsun, adım attıkça gördüğünüzün değişmesi gibi.<br /><br /></p>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-2172520802608796902009-11-23T22:59:00.010+02:002009-11-24T00:43:45.976+02:00Pastırma Mekaniği<div align="justify">İstanbul'u seviyorum, ama bu şehri ülkenin geri kalanında gördüğüm tüm şehirlerden ayıran özelliklerden ikisini bir başka seviyorum: Bunlardan ilki, tanıdığınız/sevdiğiniz bir ünlüyle şehir içinde rastlaşma ihtimalinin fazlalığı. Çok uç örnekler verebilirim: Atilla Taş’ı “güzelim mesaj çok kötü bir şeydir” diyerek yanındaki kızın elinden telefonunu almaya çalışırken görmüşlüğüm, Rıdvan’ı Rumelihisarüstü’nde her gün mutlaka oturduğum börekçide sobelemişliğim, Mr. Niceguy’la rüya gibi bir gecenin sonunda rastladığımız Meriç Erkan’ın peşine takılmışlığım, abimden zamanında Kenan İmirzalıoğlu’nun efendiliğiyle ilgili anısını dinlemişliğim var. (Ki kendisi bunu trafikte yaşanan bir yol verme kavgasında tecrübe etmiştir: O zaman çok popüler olan Deli Yürek’in başrol oyuncusunun –o furyaya pek yakın olmayan abim “Demir Bilek mi Çelik Yürek mi o dizinin başrol oyuncusu” demişti bana- kullandığı araba yol vermeyince abim, tabi ki kimin kullandığın farkında olmadan arabasından kavga etmek için inmiş, Kenan İmirzalıoğlu’ysa büyük bir sakinlikle hiç yerinden kalkmadan eliyle özür dileyip abime sakin olmasını telkin etmiş) Bu şehrin en büyük tılsımı, diğer büyük şehirlerde ve bilhassa taşrada yaşanan uzaktan izleme hissinin aksine, size ülkenin tarihine iştirak etme, müdahil olma şansı vermesi, örneğin tuttuğunuz takımın şampiyonluğunu televizyondan izlemeye mahkum değilsiniz, “ben de oradaydım” lafını en çok İstanbul’da söyleyebilirsiniz. Bu “ünlü benzeşmesinin” bahsettiğim tanık olma halinin bir tezahürü, bir türevi olduğunu düşünüyorum. Tanık olmanın zevki, işe yarama hissi bir kenara, bu durumu da yüceltmek ne kadar doğru, şüpheliyim, bu konuyla ilgili en harika laflardan birini Fatih Özgüven etmişti: “Ünlü biriyle tanışmak” demişti, bir festival yazısında, “televizyonun içini açmaya benzer. Büyük bir merakla açarsınız, içinden birkaç telle bir ampul çıkar, ‘bu muydu yani’ dersiniz…” (Ünlü benzeşmesinin muhteşem bir örneği için, “çok ünlü”nün, “az ünlü” tarafından görüntülendiği bir durum için, aşağıdaki videoya bakabilirsiniz.)</div><br /><iframe allowfullscreen='allowfullscreen' webkitallowfullscreen='webkitallowfullscreen' mozallowfullscreen='mozallowfullscreen' width='320' height='266' src='https://www.blogger.com/video.g?token=AD6v5dyieECqRF8o5vzPhMdJ5HLLZMqpYvSYuAeOEKbXbLvxblSFHzze5hs8r5sCEijTMkKOlGv65xa7yp7MZspwsw' class='b-hbp-video b-uploaded' frameborder='0'></iframe><br /><br /><div align="justify">İkinci hoşuma giden konuyu anlatmam biraz daha zor. Bu şehrin sakinlerinin, tanımadıkları kişinin sohbetlerine müdahil olma konusunda çok garip bir özgüvenleri var. Maç sonrası Taksim’e formamla çıkmayagöreyim, birçok kişinin maçla/takımla ilgili sorularına maruz kalıyorum, Sultanahmet’in mimarisinden abime bahsederken, verdiğim bilgiyle ilgili bir itirazın/düzeltmenin suflesinin hiç görmediğim biri tarafından anında verildiğine tanık oluyorum, iftar için gittiğim yerde kendimi yandaki masayla sohbet ederken buluveriyorum… Şehrin güvensizliğinden bu kadar dem vurulmasına rağmen birbirine bu kadar aşina davranmak, pes doğrusu…<br /><br />Bütün bu ikisinin birden aynı anda görüldüğü bir olay geçen pazar günü başıma geldi. Abimle artık gelenekselleştirdiğimiz pazar kahvaltısını yaptığımız Emirgan Sütiş’te (Mükellef bir kahvaltı yapmak istiyorsanız İstanbul'da en favori iki mekanımdan biri, diğeri NamPort) bu pazar yan masamıza Murat Kekilli oturdu. Biz yandan dökülen pastırmaları da çatallayıp ağzımıza tıkarken, hasta Fenerli abim, Güneş enerjisi ile ilgili yeni bir teknolojinin peydah olduğunu sırf muhabbet bir gün önceki derbiden başka bir yöne kaysın diye söylemiş bulundu. Buna göre yansıtıcılar uzaya konuyor, bunlar ışığı uzaya konmuş Güneş pillerine odaklayarak ışığı Dünya’da değil uzayda depoluyordu. Bu Güneş ışığının atmosferde yaşadığı enerji kaybını engellemek içindi, ben tam o enerjinin Dünya’ya nasıl transfer olduğunu düşünürken (bunu hiç bilmediğim Kuantum Mekaniği’yle açıklamaya çalışıyordum), Murat Kekilli’yi o meşhur olduğu şarkısındaki gibi kimse tutamadı, direk lafa daldı: “Ama zaten ışığın hepsi gelmiyor mu?” Korkunç bir polemiğe sebebiyet verdiğimizi hemen anladık. Abim kendisin kim olduğunu benden biraz önce öğrenmişti, yine de Murat Kekilli’yle İsmail YK’yı karıştıracağını sonradan öğrenecektim. Biraz ayak diredi, baktı olmayacak, doğrudur haklısınız gibisinden tornistan yapmak durumunda kaldı. Öyle ya, abimin bu sektörde sekiz senedir çalışıyor olması, Murat Kekilli’den daha çok bileceği manasına tabi ki gelmezdi. Kekilli de muhabbete destursuz daldığı için samimi olarak özür diledi, biz de abimle aynı anda aynı samimiyetle “estağfurullah” diyerek mukabele ettik. Az sonra lise zamanlarımın fenomen adamı masasından kalkınca, abim kendi kendisine sesli olarak kızmaya başladı: Böyle bir konuyu niye uluorta konuşmuştu, önce konuyla ilgili makaleyi niye okumamıştı, tam bilmediği konuda niye ahkam kesmişti. Kendisini “Profesör olsan fark eder miydi?” diye teselli ettim. Haklıydım. İki orta kahve söyledik. Abim “Metus biliyor musun, kahve içerken önce su içilirmiş gırtlağı temizlemek için, böylece telve tadı tam olarak damakta kalırmış "dedi. Bunu birisi müdahil olmasın diye o kadar kısık sesle söyledi ki, ikimiz de bizden başka kimsenin duymadığından emin olmanın rahatlığıyla kahvemizi beklemeye başladık.</div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5568687212537304170.post-87950187828997850722009-11-08T19:35:00.008+02:002009-11-10T20:43:13.771+02:00Demirkubuz’un Feneri<div align="justify">Bu blogun üç sahibinin de sinemayla sahici bir ilişkisi var, beraber izleyip dostluğumuzda bir referans noktası oluşturmuş sürüyle film var, blogu açarken sinemanın da bizim esaslı konu başlıklarımızdan biri olmasına niyet etmiştik. Bununla birlikte, takipçilerimiz anlamıştır, her beğendiğimiz filmi/yönetmeni yazmıyoruz aslında ama Zeki Demirkubuz, bir istisna. Çünkü Zeki Demirkubuz, bu ülkede yaptıklarına kayıtsız kalınmaması gereken kişilerden biri. Son filmi, Kıskanmak Nahit Sırrı Örik’in aynı adlı eserinden uyarlandı, bu yazıda ziyadesiyle filme (kitaba değil) eğileceğim. (Uyarmadı demeyin yazının geri kalanı ağır spoiler içerir.)<br /><br />Hikayemiz 1930 Zonguldak’ında geçmektedir, hayatı boyunca gün yüzü görmemiş, abisinin yanında sığıntı bir hayat yaşamış Seniha (Nergis Öztürk), orta yaşlı son derece çirkin bir kadındır. Abisi Halit'se (Serhat Tutumluer) kendi halinde güzeller güzeli genç eşi Mükerrem (Berrak Tüzünataç) ve kardeşiyle ilişkisi mesafeli bir mühendistir. Mükerrem, Seniha’ya her zaman yakın davranmakta, onu kendi ablası gibi bilmektedir, fakat Seniha’nın hem Mükerrem hem de Halit için bazı planları vardır. Bu planı uygulamaya koyması için İstanbul’dan yeni gelmiş şımarık, yakışıklı Nüzhet’in (Bora Cengiz) Mükerrem’i baştan çıkarmasına olanak sağlaması gerekmektedir… </div><div align="justify"><br />Kitabın bu hikayesine senaryo birebir sadık kalıyor, aynı zamanda tıpkı kitaptaki gibi cumhuriyetin ilk yıllarındaki toplumsal çatırdamalar, alışkanlıkların değişmesinin orta sınıf üzerindeki etkileri ve taşradaki hayat da arka planda işleniyor. Sadece bir iki kanımca önemli detay filme yansıtılmamış. Örneğin Nahit Sırrı Örik, Seniha’nın kötücüllüğünü, daha önce Seniha’nın çirkinliğinden dolayı hor görülmesinin sebep olduğu hınca bağlarken (kitapta bununla ilgili örnekler de verilir), filmde burası daha yumuşak geçilmiş, yönetmenin niye böyle yaptığını anlamak aslında çok da zor değil. Zeki Demirkubuz sinemasında karakterler, her zaman hem iyi hem kötüdür. Kötülüğü, insan doğasının yaratılışının bir tezahürü olarak kendiliğinden ve çoğunlukla nedensizce yaparlar. Demirkubuz insanın bu karanlık tarafını deşmeyi kendine mesele edinir. Zeki Demirkubuz’un kitapta olmadığı halde filmde, en etkisinde kaldığı roman olan Suç ve Ceza’yı Seniha’nın eline tutuşturması boşuna değildir: Dostoyevski, otobiyografik özelliklerin ağır bastığı bu şaheserinde (Raskolnikov, Rusça asi demektir) yine nedensiz yere benzer bir kötülüğü yapmış, az bir para için ev sahibesini öldürmüş fakir bir delikanlının buhranlarını Rus modernleşmesi arka planında inceler. Kıskanmak kitabını okurken (ki film vizyona girmeden bir iki ay önce okudum) Suç ve Ceza’yla böyle bir bağlantı kurmak aklıma gelmemişti açıkçası, ama o sahne niye Zeki Demirkubuz’un böyle bir film yaptığını anlamamı sağladı.<br /><br />Zeki Demirkubuz çok katı karakteristik özellikleri olan bir "auteur" sinemacı (ki siz buna "atar" da diyebilirsiniz), bu eserde bunlardan bazılarına ciddi oranda sadık kalırken, bazılarını da cesurca hiçe saymış. En önemli özelliği bu film önceki hikayeleri gibi minimalist ve düşük bütçeli olmaması, Kıskanmak bir dönem filmi, Kader’i bile günümüzde çekmeyi tercih etmiş biri için son derece radikal ve cesur bir karar. Filmin açılışındaki balo sahnesi bence, sinema tarihimizin en iyi açılış sahnelerinden biri, ve dönem filmi yaparken ne kadar titiz çalışıldığını gösteriyor. Ayrıca filmde müziğe yer veriyor ki bu da pek Demirkubuz’un bu zamana kadar tercih ettiği bir durum değildi. Bununla birlikte, kendisinin fanatiklerinin çok hoşuna gidecek birkaç detayla da filme imzasını atmış: Dostoyevski’ye olan açık göndermesini yukarıda anlatmıştım, her zaman için genç, ünlü ve oyunculuğu tartışmalı kadın oyuncuları tercih etmiş (Daha önce de Zeynep Tokuş, Başak Köklükaya, Vildan Atasaver gibi ünlü isimleri başrolde oynatmıştı) ve onları başarıyla yönetmiş biri olarak bu filmde de Berrak Tüzünataç’ı parlatmış. (Güzel kadın karakterini Berrak Tüzünataç’ın oynaması, kendisini her zaman tek geçen biri olarak beni fazlasıyla memnun etti açıkçası, bu dipnotu da düşeyim) Ayrıca, kapılar bu filmde de kapanmıyor ve fanatik Beşiktaşlı yönetmenimiz, birden çok sahnede de kulübüne selam çakıyor.<br /><br />Kendisini yakından ve hayranlıkla takip eden herkes gibi dönem filmi çektiğini duyunca şaşırmıştım. Zeki Demirkubuz, hakkı yenmiş bir romanı, hakkıyla beyazperdeye taşımış, bunu yaparken de kendi sinemasını oluşturan özellikleri aynen korumuş. Halit’in kömür madeninde kullandığı fenerin mağarayı aydınlatması gibi, Zeki Demirkubuz, insanın karanlık tarafına ışık tutmaya devam ediyor.</div><div align="justify"></div><div align="justify"></div><div align="justify"><iframe allowfullscreen='allowfullscreen' webkitallowfullscreen='webkitallowfullscreen' mozallowfullscreen='mozallowfullscreen' width='320' height='266' src='https://www.blogger.com/video.g?token=AD6v5dwz1pvIz9yryMuEK2bIHGhrho1txK756V0XT6Q6wtTVmmjrISe5LD8E6p4gi7IuVMRRgKIfNNblBOupLfxk9w' class='b-hbp-video b-uploaded' frameborder='0'></iframe></div><div align="justify"></div>metushttp://www.blogger.com/profile/14584018982241675585noreply@blogger.com0