30 Eylül 2009 Çarşamba

Yazıyooor yazıyoooor… Çarpacaz’ın tuhaf kuruluş hikayesini yazıyor!

Mal bulmuş mağribi gibi atladığım ilk yazı vazifesi elime yapıştı iyi mi? Ne zormuş kardeşim bu işler, yaza sile aşındı emektar makinamın ekranı neredeyse…

Bildiğimiz sorulardan başlayalım: Daha önce, kah birlikte kah ayrı ayrı yıllarca çeşitli dergilerin ucundan kıyısından tutmuş ve vakti gelince bırakmış (ama birbirini hiç bırakmamış) üç tane adam Aziz Nesin’in o şahane hikayesine selamla, bu boku niye yedi? Bu en kolay soru çünkü yazmak kendinizi alamayacağınız bir ego tatmini. O kadar ki ansızın buluverdiğiniz, hoşunuza giden bir ifade sizin ayaklarınızı yerden keser, tıpkı Nesimi’nin o muhteşem dörtlüğünden girişte alıntıladığım üzere iki lafın belini doğrultmaya çalışırken yardım almak için etrafı gözlediğinizde, büyülü bir biçimde birden tüm parmakların size doğrultulduğunun, zekanızın taltif edildiğinin ve tüm alemin sizi seyrettiğinin farkına varırsınız. Herkes tarafından görünür olmuş, yüksek bir mertebeye konmuş, dolayısıyla fark edilmişsinizdir. Siz ne için yaşıyoruz zannediyordunuz? Bununla birlikte mükafatın parlaklığı gözünüzü yanıltmasın, herkesi görmeye çalışmanın herkes tarafından gözetlenebilmek manasına geldiğini unutmamanız gerekir. Moliere herhalde bu yüzden “yazı yazmak orospuluk gibidir” der. “Önce dostlarınız için yaparsınız, sonra insan ayırt etmeden herkesle, en son yaptığınız iş için para alırsınız.” Biz sanırım birinci ve ikinci yol arasındaki kavşaktayız…

İkinci soru daha zor: Bu isim ne demek? Eh, ruh halimiz buna elverdi, Neredesin Firuze’deki çulsuz şirket gibi üçümüz de çırpındıkça yolun başında olduğumuzu fark ediyoruz, “dipteyiz, yattık, bekliyoruz... çarpacaz” Üç Boğaziçi mezunu, farklı kültürlerden bölgelerden üç benzemez… Burası okuyanların hayatın keşmekeşinde teneffüs edebileceği, rahatlayacakları matrak bir yer olsun diye niyet ettik, mümkün mertebe siyasete bulaşmayacağız, eş dostun yazmasını teşvik edeceğiz, yaşamaya dair ne yapıyorsak burada bir aksi olacak: Gittiğimiz maçlar (futbol yazacağız, ama merak etmeyin maç yazmayacağız), izlediğimiz filmler (Antonioni veya Sex and the City, ne çıkarsa bahtınıza!), gezdiğimiz müzeler (Siz hiç Trailles’e gittiniz mi?), dinlediğimiz müzikler, okuduğumuz kitaplar/yazarlar (Gökhan Özgün duy sesimizi!), müptelası olduğumuz diziler, (siz Mad Men’i sadece elinde viskiyle dolaşan reklamcıları anlatan dizi olarak mı görüyorsunuz?), sote kebapçılar, hepsi veya hiçbiri kimbilir, yazı bir kere akmayagörsün… Attila İlhan’ın sözünü unutmuyoruz: Birileri için yazarız, bizi hiç tanımadığımız başka birileri okur. Büyük lokma yiyip büyük söz söylememeye özen göstereceğiz, mütevazı damarı korumaya çalışacağız, kendi halinde adamların kendi halinde özgürce at oynattığı bir alan nihayetinde burası ama ilk yazı itibarıyla biraz ağır oldu galiba, idare et ey blogger. Mevlana gibi mütevazılığıyla nam salmış bir şeyhin, Mesnevi’nin girişini yazdıktan sonra, bunu “göstermek” için beyitleri sarığına yazıp Konya’da dolaştığının rivayet olunduğu bir dünyada bizde ne gezer o kadar tevazu, sürçü lisan edersek affola…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder