31 Aralık 2009 Perşembe

Arak

Ters yazı
İple çekerek "yılbaşı" değil "aybaşı" bekleyenler... Hele ikramiye alacağı ayı "on bir ayın sultanı" gibi görenler...
Hindiyle mindiyle değil, iki tas kuru yemiş, kelek yerli votka ve televizyon zırvalarıyla saat on ikiyi bulacak olanlar...
Yeni yıla eğlenerek değil, çalışarak girecek olanlar...
Bütün nöbetçiler...
İster dağ başında, ister sınır karakolunda, isterse eğitim alayında bu geceyi yalnızca demli çayla kutlayacak olan nöbetçi subaylar, astsubaylar, erler...
Doğum yaptıracak, yaralı bakacak nöbetçi doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar, hademeler...
Bütün gece bekçileri... Site kulübesinde uyuklayanlar, inşaat betonunda üşüyenler...
Herkes eğlenirken "kim yeni yıla nerede nasıl girdi, eski yıldan nasıl çıktı" gibilerden hiç kimsenin merak etmediği dandik haberlerin peşinde koşturacak muhabir arkadaşlar...
Sarhoş taşıyacak taksiciler, sarhoş kovalayacak polisler...
Ekmek uğruna sarhoş nazı çekecek meyhaneciler, garsonlar, komiler, kapıcılar, sarhoş kusmuğu temizleyecek kenefçiler...
Müşteri kapıda yığılınca "fazla mesai" yapacak ağır işçiler...
Tam tersine, bu gece yapayalnız kalanlar...
Hediye alacak, hediye verecek kimsesi olmayanlar...
Kimsesi olsa bile hediyelik parası çıkışmayanlar...
Sevgilisinden ayrılmış, eşinden boşanmışlar, yuvası yıkılmışlar...
Kalık yemeğini kendisi ısıtıp çabucak yiyecek yaşlı adamlar...
Kocası ölmüş, çoluğu çocuğu evlenmiş gitmiş, gelini arsız, damadı hayırsız çıkmış yaşlı kadınlar...
Arkadaşına "oturmaya" gönderilmeyen genç kızlar, belki bir kız bulurum umuduyla kendini oradan oraya atan genç erkekler...
Ve de gecenin köründe sarkıntılık edilecek, orası burası mıncıklanacak genç kadınlar...
Kırmızı don alıp da giyemeyenler, burukluk duyanlar, kırmızı don giymek gereğini duymayacak kadar gerçekçi takılanlar ama gene de içinde ukde kalanlar...
Gurbette çalışanlar, gurbette okuyanlar...
2009 yılına işsiz girecek olanlar...
2010 yılına da işsiz gireceklerinden korkanlar...
Ve de bu geceyi mapus damlarında, ama haklı yere ama haksız yere, hem çok kalabalık hem de yapayalnız geçirecekler...
Herkesin yeni yılı kutlu olsun ama sizinki biraz daha kutlu olsun.
NB: Engin Ardıç'ın 2008'in 31 Aralık'ında Sabah'ta yayımlanmış yazısı... Seyrek yazan biri olarak, yazı araklama joker hakkımın birini, hem yazının çarpıcılığını, hem Engin Ardıç'ın duygusal yazı yazma ihtimalinin düşüklüğünü göz önünde bulundurarak bu yazıyla kullanıyorum, affınıza sığınarak. Diğeri, 14 Şubat'ı bekleyecek...

29 Aralık 2009 Salı

Suç’un Çizgisi, Ceza’nın Romanı

Her zaman için, Suç ve Ceza’yı okumamış birine tüm işini gücünü bırakıp, tez elden o kitabı bitirmesini salık veregeldim, size de başka şekilde davranacak halim yok açıkçası. Kitap okuma alışkanlığı olmayan biriyken, mahrumiyetin kralını yaşadığım lisede, sırf vakit geçirmeme vesile olur diye aldığım ve hoşuma gitmiş birkaç Yaşar Kemal kitabından sonra (ilk kitap tabi ki Çakırcalı Efe’ydi) elime aldığım ilk kitaptı Dosteyevski’nin klasiği, ve hasbelkadar kitap okuyan biri olmamda bu kitabın -Yaşar Kemal’le birlikte- etkisi yadsınamaz. Kitabı okumaya başlar başlamaz, kitabın içindeki ufunetin, Raskolnikov’un çaresizliğinin, fakirliğinin tesiri altına giriyordunuz. (Bir arkadaşım, o kitabı askerde okuduğunu söyleyip kafayı sıyırayazdığını söyledi, hakikaten o kitabı okumak için iyi bir zaman değil!) Kitap, birçok açıdan çarpıcıydı: Her şeyden önce, Dosteyevski’nin karakterleri, sokağı döndüğünüz zaman karşılaşacağınız kadar sıradan ve günahkardı. Hikaye, katil olmak durumunda kalmış bir öğrencinin, rüşvete bulaşmış bir devlet memurunun, sırf zengin diye sevmediği biriyle evlenmek durumunda kalmış genç kızın üzerinden aslında Rusya’nın yaşadığı modernleşme sancısının sıradan bireyler üzerindeki etkisini konu alıyordu. Tüm bunların üstüne, kitap size dönüp dolaşıp şu soruyu sordurarak nifak tohumunu sokuyordu: Gördüğünüz zaman kaldırım değiştirmenize sebep verecek kadar tiksindiğiniz, insanlara zarar verdiğini bildiğiniz birinin yok olması ne kadar suçtu? Bu suç mazur görülebilir, cezalandırılmayabilir miydi? (Bu sorulara yekten hayır diyebiliyorsanız ne mutlu, peki öldüğüne sevindiğiniz biri de mi olmadı hayatınızda, şimdi dönüp o soruları tekrar sorabilir misiniz?) Kitaptan hemen sonra, Dosteyevski’nin hayatının Raskolnikov’la paralelliğini öğrenip daha da şaşırdım: Raskolnikov gibi fakir, günahkar (kumarbaz!) ve sara hastasıydı, o hastalık kitap boyunca Leningrad sokaklarının dondurucu soğuğunda Raskolnikov’dan ayrılmayacaktı. Adi suçtan değil, ama rejim muhalifi olarak önce idama mahkum edilmiş, kurşuna dizilecekken, çar tarafından affedilmiş ve cezasını tıpkı Raskolnikov gibi, kürek mahkumu olarak çekmişti. Kitabın sonunda Raskolnikov, tıpkı Dosteyevski gibi bir “aydınlanma” sonucu koyu bir Ortodoks olur. Bu bile başlı başına, Batı modernleşmesinin (“aydınlanmasının”) antitezidir- Ortodoksluk, bilindiği üzere Hıristiyan teolojisinde Katolikliğin bir kliği, ve merkantilizme ve sonrasında Sanayi Devrimi’ne ortam sağlayacak Protestanlık’ın hasmıdır.

Bütün bunları yazmama vesile olan, NTV Yayınları’ndan çıkan Çizgi Roman Dünya Klasikleri Serisi’nin bir eseri olarak, Suç ve Ceza’nın çizgi romanı. Zaten çizgi roman okuma alışkanlığı olan biri değilim, ayrıca seride daha önce okumadığım hiçbir eserin çizgi romanını okumayı düşünmüyordum, çünkü bir edebi eseri tam anlamıyla yansıtamayacaklarını biliyordum. Ama bu biraz çizgi romana haksızlık olacaktı, çünkü sinema da bir kitabı kopyalamıyor ama yorumluyor, bazı detayları öne çıkarırken bazılarını hepten yok ediyor, son kertede o hikayeyi baz alan daha farklı bir hikaye yaratıyordu. Sinemaya defalarca verdiğim bu imkanı çizgi romandan esirgemek elimden gelmedi. Ukalaca ahkam kestiğime de bakmayın, yukarıda edindiğim izlenimler dışında olay örgüsü bağlamında kitaptan çok fazla şey de hatırlamıyordum aslında. (Genelde kitaplardan, hatta filmlerden aklımda kalan bir cümle/sahne veya -zaman zaman o zamanki ruh halimin de tesir ettiği- bir duygudur, tüm beğenme beğenmeme yorumlarını bu hükmün üzerinden icra ediyorum, bu konuda öznel hissiyatımı aktarmaya çalışıyorum sadece, büyük yorumlara/sentezlere varıyormuş gibi görünmek istemem, bu vesileyle de günah çıkarmış olayım…) Bununla birlikte, kitaba olan hayranlığım, bana çizgi romanı da aldırttı, pişman olmadığımı peşinen söyleyeyim.

Her şeyden önce çizer Alain Korkos ve eseri uyarlayan David Zane Mairowitz, kitabı aynen aktaramayacaklarının bilincindeymişçesine, kitabı cesurca günümüze uyarlamışlar: Arka planda birden çok karede –Çar benzetmesi yapılan- Putin’in portreleri asılı, Mac’ler ortalarda dolaşıyor, duvarlarda God Save Queen afişleri, Pepsi reklamları kol geziyor. Rusya için, şu an da çalkantılı bir dönemden geçtikleri yorumu yapabilir, yani Dosteyevski’nin dertleri hala güncel… Çok fazla psikolojik çözümlemeye girmeden, siyah beyaz çizgilerin de yardımıyla daha çok surattaki ifadelere ve iç konuşmalara yer vererek o ufuneti hissettirmeyi tercih etmişler, kestirme ve akıllıca bir metot bence, spoilerları uzatıp tadınızı daha fazla kaçırmadan, kitabı okuduysanız çizgi romanı da tavsiye ederim şahsen. Bu eserin bir başka yeniden yorumunu ise, Zeki Demirkubuz’dan bekliyoruz, Suç ve Ceza’yı onun gözünden göreceğim günü dört gözle bekliyorum…

Çizgi Roman Dünya Klasikleri iyi iş yapmış olmalı ki, ntvmsnbc.com’da hangi Türk romanını çizgi roman olarak görmek istersiniz diye anket yapılmış ve Yaşar Kemal’in İnce Memed’i açık ara birinci olmuştu- Benim için ne hoş tesadüf! Yine de, gönül ondan önce İhsan Oktay Anar’ın bir romanını görmek ister değil mi sevgili blogger. İhsan Oktay Anar demişken, üstadın Puslu Kıtalar Atlası’yla ilgili çok özel bir yazıyı, Ocak’ın ikinci haftasında buradan okuyabileceğinizi belirteyim de biraz ağzınız sulansın…

27 Aralık 2009 Pazar

Senin bir an önce taltif edilmen şart!

Vavien, senaryo ve oyunculuk açısından Türk sinemasının yüzakı bir film, henüz seyretmediyseniz, aşağıdaki spoilerları okumayın derim. Taylan Biraderler’in Coen’lere benzetilmesi geyiğinden pek hazzetmiyorum, ama bu lafın sebepsiz yere üretildiğini de iddia edemem: Engin Günaydın bir röportajında, Fargo’ya duyduğu hayranlığı ve bu filmin hikayesinin ona benzediğini söylemişti. Yine de Vavien’i, taşrada sıkışmış insanın kötücüllüğünü anlatığı için, mizah damarı kuvvetli Demirkubuzvari bir film olarak görmek istiyorum. Filmde, sadece bu ülkede olacağına inandığınız bir sürü sahne var, uzun süre sonra içilen ilk sigara gibi, kısa mesajdaki kablo esprisi “şerrrefsizim benim aklıma gelmişti”, pavyon sahnelerindeki replikler de kült olmaya aday… Sonunun hakkınca bağlandığını düşünmesem de, oyunculukların tamamı şahane: Binnur Kaya, Engin Günaydın hatta bu ikilinin kankası İlker Aksum ve Üç Maymun’dan hatırladığımız Ercan Kesal dahil herkes döktürüyorlar. Benim için eşitler arasında birinciyse, Settar Tanrıöven.

Bu adamın oynadığı ve benim kafamda yer etmemiş bir film/dizi hatırlamıyorum: Eşkıya’da ibne otel pansiyoncusu, Alacakaranlık’ta Uğur Yücel’in kankası, Yazı Tura’daki psikopat pezevenk, Takva’da Vakit okuru manifaturacı, Kader’de Bekir’in mazbut babası, Polis’te eski polis –göründüğü sahnenin birinde ettiği küfürün içtenliği hala hatırımda- ve tabi ki hepimizin onu ilk kez gördüğü, Bir Demet Tiyatro’daki Saldıray Abi gibi… Bunların hepsinde yan rollerde görev alıp karakterini seyircinin hafızasına kazımayı başarmış biridir Settar Tanrıöven. Bu haliyle, ilk başrolünü çok geç alan bir başka efsane komedi oyuncusu Şener Şen’e benzetiyorum onu, ve yalnız ve güzel ülkemde yaşamamış olsa, ününün çok başka yerlerde olacağı insanlar listesine ilk sıralardan gireceğini düşünüyorum… Bu filmdeki rolünün, izlediğim diğer filmdeki rollerinden daha ön planda olmasının da etkisiyle, şahane oyunculuğunu uzun uzun izleme fırsatımız oluyor, kahvede kardeşine verdiği akıldaki inandırıcılığı, itiraf sahnesindeki reaksiyonunu, Neşet Usta’yı izleyip attığı saz solosunu tekrar tekrar izleyebilirim. Marifet iltifata tabiymiş, Settar Tanrıöven, küçük büyük her role kendi nefesini üfleyen bir karakter oyuncusu olarak, kendi Yavuz Turgul’unu bekliyor.

18 Aralık 2009 Cuma

Donna’nın Kokusu

Bir süredir yazamıyorum, üzerimdeki bu ataletin kalıcı olmasından korkuyordum, birilerinin burada yazanları okuduğunu duyuyorum/biliyorum, zaten yola çıkarken de amacımız okunmaktan ibaretti. Hal böyleyken güç yettikçe bir şeyler çiziktirmek lazım... Birkaç gündür niyet edip bloğa yazamazken, hayatta kayıtsız kalamayacağım şeylerden biri başıma geldi: Hiçbir şeyin olmadığı bir öncekinin tıpkısı bir perşembe gününde abimin kanallar arasında dolaşırken, televizyonumuzda hangi numarada olduğunu bile unuttuğum bir kanalda TNT’de Kadın Kokusu’na (Scent of a Woman) rastlaması gibi. Hemen eyesman’e mesaj attım ve son on gün içinde yaptığımdan farklı bir şey olarak CM oynamayıp filmi izledim, hem de tövbemi bozarak dublajlı olarak.

Olan bitene anlamları kendimiz yüklüyoruz tabi ki, bu filme tesadüf etmek bizden başka hiçbir üçlü için (MFÖ, Üç Hürel, Metin-Ali-Feyyaz vb) bu kadar anlam ifade edemez, hem kişisel film arşivimizde, hem birbirimizle olan arkadaşlık hukukumuzda o filmin yeri ayrı, birbirimize yazdığımız yıllık vb yazılarda veya dost sohbetlerinde, devamlı referans gösterdiğimiz bir film bu.

Film, İtalyanca bir filmin yeniden çekimi ve Al Pacino, tek Oscar’ını bu filme borçlu, daha doğru bir ifadeyle söylemek gerekirse, Akademi, kendisini tartışılır olmaktan bu filmle kurtarmış bence, o adama Oscar vermeyenin ne dünyada ne de ahirette yatacak yeri var zira... İtalyanca olan filmde Frank’i oynayan Vittorio Gassman Cannes’da en iyi erkek oyuncuyu kazanmış, karakterin ne kadar güçlü yazıldığı da aslında buradan belli. Birbirini bu kadar görmezden gelip farklı tercihlerde bulunan iki seçici kurulun da bu kadar büyük bir ödülde ittifak yapmasının başka bir örneği var mı, bilmiyorum.

İtalyan çekimini izlemedim, ama Holywood yapımında Al Pacino hariç tüm oyunculukların kötü olmasının Al Pacino’nun oyunculuğunu vurgulamak amacında olduğunu düşünürüm. Al Pacino’nun karakteri (Emekli Yarbay Frank Slade) film boyunca sinüs eğrisi gibi salınır: Önce kör bir albayı oynar, Testa Rossa’yla polise yakalanınca “gören” kör albayı. Dünyanın en aciz adamı olarak sokaklarda yuvarlanır, ama filmin sonundaki tiradda herkese, izleyenlere bile tepeden bakar. Başta narsistlik paçasından sarkarken, filmin son sahnesinde, torunları üzerinden aslında kendisiyle barışır. Onu izledikçe alkol almayan biri olarak “John” Daniel’s içesim, son derece utangaç biri olarak içimde kalanları bir bir dökesim, kütük gibi dans eden biri olarak tango kursuna yazılasım, bir buhran anımda “It’s all dark here” diye haykırasım gelir. Filmle özdeşlik kurmamda kazmalar kazması Chris O’Donnell’ın (Charlie Simms) öğrenciliğiyle kendimi eşleştirmenin etkisi yadsınamaz sanırım, (Taşradan gelen çocuğun Amerikan Koleji’nde tutunma problemi- Okulun fiziksel yapısından, kütüphanenin çalışma düzenine kadar okulla ilgili birçok detayın Boğaziçi’ne benzemesinden çok etkilendiğimi hatırlıyorum) ama film buna rağmen benim için aslında Frank’in hikayesidir.

Bu filmle ilgili dün fark ettiğim bir diğer nüans, filmin adında mahfuz: İtalyanca orjinalindeki “Profumo Di Donna” kadın kokusu demek, ayrıca meşhur tango sahnesindeki kadının adı da Donna, ve tango sahnesinden önce, Frank’le Donna arasında Donna'nın kullandığı sabunla ve Donna’nın kokusuyla ilgili bir muhabbet geçiyor. Yani eserin ismi aslında tek bir kadının, Donna’nın kokusuna işaret ediyor. Holywood yapımında tamamen İngilizce isimler kullanılırken, yönetmen Martin Brest’in, Donna’nın ismine dokunmamasının sebebi de bu. (Meraklısı bilecektir, Divan Edebiyatı’nda bu tip mecazlar çok sık kullanılır.)

Bu yazıyı aslında hemen filmden sonra yazmak niyetindeydim çünkü bir gün sonra yazı yazma heyecanımı kaybedeceğimi düşünüyordum, bunları şu an yazarken filmden ne kadar etkilendiğime şaşıyorum, herhalde bende çok az film bu etkiyi yapabilirdi. İnsan kendini bile tam tanıyamıyor, yaşadıkça öğreniyor demek ki. Sis ne kadar yoğun olursa olsun, adım attıkça gördüğünüzün değişmesi gibi.