18 Ağustos 2010 Çarşamba

Zorunlu bir not

Karşı dükkana taşındık efendim, her zaman eksik kalacak hikayenin devamı için: metusmehmetus.blogspot.com

hadi eyvallah,

metus

22 Mart 2010 Pazartesi

Messi ve Moda İskelesi

Hayat acımasızdır, ama bazen daha acımasızdır, o zaman aksiliklerin bini bir para olur: Yemek söylersiniz, kurye kaza yapar siparişiniz bir buçuk saatte gelmez; birine kırk yılda bir film hediye edersiniz, orijinal dvd bozuk çıkar, hırs yapıp filmi internetten indireyim dersiniz, internete bağlandığınız anda kotanızın dolduğunu belirten bir not düşer ekranınıza; ağzınız tatlansın diye bir tatlı söylersiniz restoranda, iki hafta üstü üste anlam veremediğiniz şeyler olur, sonunda zıkkım olasıca sufle midir ne karın ağrısıdır boğazınızdan geçmez, elinizde kaşık, öööle bakakalırsınız tatlıya mal mal; kafanız dağılsın diye yarım saat tavla oynarsınız bir kere dü şeş gelir, onda da altı kapıdasınızdır; ona kızıp hırs yapıp üç saat eşli ihale oynarsınız, bir kere altı parça koz gelmez, yetmezmiş gibi bunların hepsi üst üste olur. Velhasıl kelam, napsanız olmaz. Siz çırpındıkça batar, acz içinde kalırsınız, sizin aczinizse başınıza geleni kaderiniz kılmıştır. Abarttığınızın siz de farkındasınızdır, ama yine de herkes size karşıymış, kaderiniz size kast ediyormuş gibi hissedersiniz. Aslında bilirsiniz bu haller bazen herkese olur ve bilirsiniz, önünde sonunda geçer. Ama yine de isyan etmeden duramazsınız: Ne günahım var kardeşim benim, erkekseniz teker teker gelin uleyn!

İşte o zaman, yapmanız gereken durup soluklanmaktır. Yenilmeyi bile beceremediğiniz için, denemenin manası yoktur. O zaman susarsınız, meramınızı anlatmak için konuşmakla veya yazmakla boşu boşuna efor sarf etmezsiniz- sözünüz bittiği için değil, sözünüzün bir kıymeti olmadığı için.

Tamamen eğlendirici ve rehabilite ediciydi benim için buraya yazmak, insanların yorumlarını dinlemek; biri bir şey yazmış mı diye fellik fellik yazı yorumlarına bakmak (daha güzeli, bakınca orada yorum görmek); alakasız bir yerde yazınızın bahsinin geçtiğini tesadüfen öğrenmek; kesin yazarım dediğiniz şeylere eliniz değmezken (mesela Messi az önce akıllara seza bir performans daha sergiledi, son sekiz günde attığı sekiz gol ve iki asisti var, bu sempatik pırpır oyuncunun üzerinden bir Barça ahkamı kesemedim, içimde kalmıştır ey blogger. Yalnız kaç gündür kendimizi duygusal bir veda yazısına kurduk, o da futbola kurban gitti iyi mi, olsun, varsın Messi’ye kurban olsun) hiç hayatınızda yazacağınızı tahmin etmediğiniz konularda (müzik!) ukala ukala yazılar yazmak…

Daha önce verdiğim bir kararı şimdi uygulamamın sebebi, blogu bırakmamla oluşacak boşluğu ikame edecek bir eğlence aramam (hala bulamadım, o ayrı!) yoksa aklınıza başka bir şey gelmesin. Beni bu yönde cesaretlendirdikleri için Mr. Niceguy ve eyesman’in de hakkı var bu yazılar üstünde, helal etsinler… Ama madalyonun öbür yüzü de var, üç kişinin haftada en az bir kere yazacağı bir blog olduğunu öngörmüştüm başlarken, bu zanla bir süre daha bu siteye gireceğimi ilan etmiş olayım, biraz onlar yazsın biz okuyalım değil mi sayın seyirciler… Eşten dosttan “bir şey yazılmış mı” diye merak edip siteye girenlerin ne hissettiğini çok iyi biliyorum, Gökhan Özgün ve Feridun Düzağaç yazı yazmayı bırakınca benzer şeyler hissetmiştim, tavsiyem, o kadar yazıda bu kadar isim geçiyor, onların -Türk olanlarından bilhassa- başlasınlar okumaya/izlemeye, sadece bu açıdan ilham vermiş olmanın mutluluğu bana yeter. Aşağıdaki fotoğrafı bugün Moda İskele’de çektim, bir gün devam edecek olursam bu fotoğrafın üzerine yazacağım, ama şimdilik en hayırlısı bu gibi geliyor, hadi bana eyvallah.



13 Mart 2010 Cumartesi

Kartı Bastıktan Sonra

Bitmesine sevindiğim, üstüme yıkılan işleri kaldırmak için yere yakın durduğum bir haftayı bitirmenin rahatlığıyla kartı basıp turnikeden geçtim. Akşama bir planım olup olmadığını hatırlamaya çalıştım- yoktu. Telefonunun sürgüsünü sürdüm, kimse aramamıştı. Hediye Beşiktaş atkımı, artık tikilere mal olmuş biçimde kalın bir düğümle boğazıma doladım. Akşam bana tavsiye edilmiş filmlerden hangisini izleyip mayışacağımı düşünerek kafam önde servise doğru yollandım. O sırada gayriihtiyari servisin park ettiği yere değil, sola doğru bakıp şaşırdım: Çok belirgin değildi, ama evet- gökkuşağı bir huzme halinde TEM tarafında çakılı duruyordu. Az öncesine kadar yağmurun yağdığı o zaman fark ettim. Hava tuhaf bir biçimde karanlıktı, akşam ezanının okunmasına dakikalar vardı, hal böyleyken nasıl olup da gökkuşağı görünebilir, aklım almıyordu. Blogtaki mevcudiyetimin sona yaklaştığına kesin olarak kani olmamdan saatler sonra, yazmazsam içimde kalacak bir “şey” duruyordu önümde işte. O “şey” ki, lise birde kulakları çın çın çınlayası edebiyat hocamız bize kompozisyon ödevi olarak “gökkuşağı” dediğinde ilk aklıma düşmüştü. O konu, o zaman için “konuşmanın önemi”, “Atatürk’ün ileri görüşlülüğü”, “bilmem ne haftasının faydaları” minvalinde yazılar yazmaya zorlanmış ve bunun için ne kitapla ne edebiyatla sahici bir bağ kurmuş olan ve o zaman için şimdiki kadar bile yazamayan ailenizin blogçusu metus için eziyetli olmuştu. Kaderin cilvesine bakın ki, kafa yorup yazdığım ilk yazıya sebep olan gökkuşağı, yıllar sonra kafamda bir süredir tasarladığım son blog yazısını ileriki bir tarihe atmama sebep olacaktı, çünkü gökkuşağı anlatmayı ahdettiğim bir konuydu. (muhatabı bunu okumayacaktır ama ziyanı yok, maksat borcumuza sadık olduğumuz bilinsin.)

O sınavda ne yazmam gerektiğiniyse, bir sene sonra, Adnan Menderes Stadı’nın yanında amatör maçların yapıldığı toprak zeminde anlamıştım: Sonraları tebessüm ve mahcup bir gururla yad ettiğim okul futbol takımının kazma sağ beki olarak son maçımda, havanın sıcaklığından ve Güneş’in kızgınlığından mütevellit, toz kalkmaması için toprak sahanın sulanmasından sonra bütün bir zemini taçlandıran ufak bir gökkuşağının ne manaya geldiğini yazardım herhalde aynı soru bir daha sorulduğunda. Yıllar boyunca, futbolu niye sevdiğini soranlara anlattığım bir sürü hikayeden biri o olageldi zaar: “Siz” derim hep, “hiç gökkuşağının altından geçtiniz mi?”

9 Mart 2010 Salı

Nazilli'de dağ vardı biz mi kaymadık?

Ofiste yaldır yaldır çalışırken, her gün maksimum bir dakika konuşup onda da birbirimize sardığımız arkadaşım yüzümün kırmızı halinin nereden geldiğini sordu. Yapacak bir şey yoktu, sizinle hınzırca uğraşan biri varsa, bırakın eğlensin: "Kayağa gittik" dedim, "hadi dalganı geç şimdi". "Belli" dedi, "kaymışssın."

Yok bilader bana göre değil bu sular bariz. Kazak giy, üstüne polar giy, üstüne uğurun emanet montu giy, beş ay danimarkada inat edip kullanmadığın bereyi/eldiveni paşa paşa tak, sonra eksi altı derecede terle. Uzaktan zaten sempatik gelmezdi, ama bir şans verdik ama kısfmet-kayak sporu kaybetti. Alışkanlıktan olsa gerek zaar, yazlık çocuğuyuz biz. Yahya Kemal'den apartmamız icap ederse- kayağın en çok, sayfiye yerine gitmişsinizcesine, güneşli bir havada yüzünüzü yakmasını severim. Pek olmadı sanki, ben bu lafı bir çalışayım.

6 Mart 2010 Cumartesi

Di mi Güntekin?

Ofis harici görüşmediğim bir arkadaşım tüm dobralığıyla, “yalnız yaşamak zor olmayacak mı metus?” demişti. Gülüp “evet” demiştim, “zor olacak zaman zaman.” Bir şeyin kafama dank etmesi için illa başka birinden duymayı beklemem mi lazım?

Birbirimizi yemeyelim, doğru kişiyleyseniz, dünyanın en siktirici yerinde de mutlu olabilirsiniz, yoksa İstanbul sizi bir yere kadar eğleyebilir. İyi de kendi yalnızlığınızı örtmek için İstanbul’u paravan yapıp, sonra “bu şehir de beni yoruyo bilader” diye yakınmak, güzelim şehre ayıp değil mi?

Şu an çok istediğim bir şey var, İstanbul-Kuşadası arasını otobüsle geçip, sabahın erken saatlerinde, Güneş’le uyanmak. Yazın Güneş’i İzmir’den geçerken doğurabilirsiniz, cama kafanızı yaslayıp, bir saat sonra yapacaklarınızı düşünerek, hakikaten mutlu olabilir, uykusuzluktan ağrımış gözlerinizin ışıl ışıl parladığını hissederseniz. Mutlu olmanız bu kadar basitken, o zamanın bu kadar uzak olması size, yaman bir çelişki değil mi?

“Kurguyla gerçek arasındaki fark, kurgunun olabilirliği göz önünde bulundurmak zorunda olmasıdır” lafını yerli yersiz kullandığım halde, kalkıp filmlere bel bağlamak, beğendiğim sahneleri saplantıyla döne dolaşa izlemek, zorla başkasına sevdiğim filmleri izletmek, bunun üzerinden olmayacak benzerlikler kurmaya, karakterlerin kendi hayatımdaki izdüşümlerini bulmaya çalışmak biraz fazla hayalcilik değil mi? Bir yazının hoşunuza gitmesi, sizin düşündüğünüz ama ifade edemediğiniz bir duyguyu apaçık etmesi sizin için yazıldığı manasına gelmez ki. Melodisi ne kadar hüzünlü, sözü ne kadar iç kanatıcı olursa olsun bir şarkı; ne kadar vurucu olursa olsun bir köşe yazısı; güzel bir rüyayı ne kadar iyi işlemiş, Al Pacino ne kadar döktürmüş olursa olsun bir film bir kızı size aşık edebilir mi?

Kimin yazdığına bakmaya üşendim (Gazali olabilir), bir tasavvuf kitabında, Allah’ın, dua etmeyi bırakırlar diye, salih kullarının duasını geç kabul ettiğini, ama her duanın er geç kabul edildiğini okumuştum, eğer öyleyse gönlümün muradı için hiçbir şey yapmayıp, dua etmeyi de kestiğim halde, olmadığı için isyan etmem, günah değil mi?

İhsan Oktay Anar’ın kamera önünde tek konuşması, yanılmıyorsam Erdal Öz ödül töreninde şu minvalde ettiği birkaç cümleden ibaretti: Mutlu insan susar. Şu an bu ödülü almanın mutluluğuyla susmak istiyorum, demişti “konuşmasında”. Bunu tersten düşünebiliriz- her yazdığımda, biraz kendimi uyuşturup, Mr. Niceguy’ın muhteşem ifadesiyle “yıllardır içimde tuttuğum hüznümü kusmak” için yazıyorum sanırım. Tüm mağlubiyetlerimin, hayalkırıklıklarımın, basiretsizliklerimin rövanşının bir yazı tarafından alınmasını umuyorum, iyi de bu yazının kendisine haksızlık değil mi? Madem öyle, daha ne kadar doldurmaya hakkım var ki bu blogu, bir söyler misiniz…

3 Mart 2010 Çarşamba

İyilerin gerçeği, kötülerin oyunu...

O gün yine havadan sudan bir muhabbet açıldı onunla... Beni benden alan ses tonu, her tarafından samimiyet fışkıran tatlı cümleleri, böyle güzel bir kızın aynı zamanda gerçek olamayacak kadar iyi bir insan olması, hayatımın dumurunu yaşatıyordu bana. Mantığım "bi yerlerde bi hata olmalı" diye bas bas bağırıyordu...

Belki de bu yüzden elimden geldiğince tersledim onu her fırsatta. Katlanamıyordum, kayboluyordum karşısında belli ki. Fark etmesin istedim. Bütün gün bunu düşündüm sonra. Son dönemde hayatıma sokmamaya çalışıyorum iyi insanları. Önceleri çekici gelmediğini sanırdım iyilerin, iyiler can sıkardı çünkü. Oysa bir kız "kötü" oldu mu, hani elde edilemeyen, pırıl pırıl parlayan, yukarlarda bir yerlerde duranlar var ya, işte oralara ulaşmak daha çok tatmin ediyor beni sanırdım. Şimdilerde farklı bakıyorum hayata... İyilerden kaçışımın sebebi, o güzelliği, o saflığı kirletmek istemeyişim belki de. Bırakayım hak ettikleri mutluluğu yakalasınlar (Belki de çoktan yakaladılar)

Böylelikle kendi ligime döndüm yine, yine en iyi yaptığım şeyi yapmaya söz verdim.

Tom Bishop: Ah, Jesus Christ, you just... You don't just trade these people like they're baseball cards! It's not a fucking game!
Nathan Muir: Oh, yes it is. It's exactly what it is. And it's no kid's game either. This is a whole other game. And it's serious and it's dangerous. And it's not one you want to lose.
Ve şimdi eskisinden çok daha mutluyum ;)

Farz edelim ki, konuştuğum bu kızın adı Aysel olsun ve lise hatıralarından kalma bu şiir de ona gelsin:


Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum.

Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

Aysel git başımdan istemiyorum.


Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
Dağıtır gecelerim sarışınlığını

Uykularımı uyusan nasıl korkarsın,

hiçbir dakikamı yaşayamazsın.

Aysel git başımdan ben sana göre değilim.

Benim için kirletme aydınlığını,

hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim


Islığımı denesen hemen düşürürsün,

gözlerim hızlandırır tenhalığını

Yanlış şehirlere götürür trenlerim.

Ya ölmek ustalığını kazanırsın,

ya korku biriktirmek yetisini.

Acılarım iyice bol gelir sana,

sevincim bir türlü tutmaz sevincini.

Aysel git başımdan ben sana göre değilim.

Ümitsizliğimi olsun anlasana

hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.


Sevindiğim anda sen üzülürsün.

Sonbahar uğultusu duymamışsın ki

içinden bir gemi kalkıp gitmemiş,

uzak yalnızlık limanlarına.

Aykırı bir yolcuyum dünya geniş,

Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki.

Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş.

Sakın başka bir şey getirme aklına.

Aysel git başımdan ben sana göre değilim,

ölümüm birden olacak seziyorum,

hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.

Aysel git başımdan seni seviyorum...

27 Şubat 2010 Cumartesi

Bireysellik Nişanesi Olarak Dolaba Yapıştırılanlar

Yıllar yıllar önce, Yeni Binyıl üzerinden on sene geçmiş bir yılbaşı değil, daha ziyade gençlere hitap eden vaatkar bir gazete, Ece Temelkuran da benim her yazısını evire çevire okuduğum bir yazarken (kanaatler ne çabuk değişiyor yarabbim!), sanırım Yeni Binyıl'ın pazar ekinde, Nuriş namıyla maruf Nuri Ergün’ün hapishanede çektirdiği (ve benim hiç görmediğim) bir fotosundan bahsetmişti. Tipik bir mapushane fotosu- ranzanın başında arkada dolap açık olduğu halde çekilmiş bir fotoydu Ece Temelkuran’ın bahsettiği. Yazı devamında herkesin kendi hayatının indirgenmiş halinin o dolap ve ona yapıştırılan şeyler olduğunu ileri sürüyordu, o zaman kendi hayatımız da (liseyi yatılı okuyorduk) o kadar kısıtlanmış ve kamulaşmıştı ki (ortak banyo/tuvalet, olağanüstü günler dışında sadece yarım saat izlenebilen ve onu da yurttaki yüz kusur kişiyle paylaşmak durumunda olduğunuz elli beş ekran televizyon, paylaşılan odalar…), bizim de tek kişisel alanımız dolabımızdı, yazının bende bu kadar tesirli olmasında herhalde kurduğum bu benzerliğin etkisi olsa gerek… Tüm bunları hatırlamama sebep olansa, taşınırken daha bir alıcı gözle baktığım dolabıma yapıştırdıklarım. (Büyük anlamlar atfederek özene bözene seçip dolabınıza yapıştırdığınız şeyleri bir süre sonra göz aşinalığından mütevellit fark etmemek sadece bende olmuyordur sanırım.)

Envanterimiz birkaç parçadan müteşekkil: eskiden bir iki kendi fotoğrafımı koyardım, şimdi yok, şu an tek film afişi var –bildiniz: Kadın Kokusu, ama vaktinde okuldaki panodan apartılmış alelade bir A4 renkli çıktı aslında- Birkaç siyah beyaz foto, illa ki hiç gitmediğim Kız Kulesi'nin siyah beyaz kartpostalı, birkaç minyatürün kartpostalı (minyatürlerdeki abartı hoşuma gider, Yiğit Özgür'ün birkaç parçalı karikatürü gibi resim başından sonuna bir hikaye anlatmak ister gibidir) ve çok da beğenerek astığım tarihi yarımadayı gösteren İstanbul gravürü, -birçoğunu gezip görmediğimi utanarak itiraf etmem gereken bir sürü yapıyı içinde barındırır- yeni yapıştırdığım bir Simpsons afişi ve bir de…

Bir an fotoyu koymayı aklımdan geçirdiğimi itiraf edeyim, ama Ara Güler’in fotoğrafının fotosunu çekip çerçeveyi bozmaya cüret edemedim. Bana doğumgünümde Mr. Niceguy tarafından hediye edilmiş bir kartpostal bu. Meyhanede çekilmiş fotoğraf, kadrajın hemen önündekiler ellerinde sigara arkaya baktıklarına göre insanların çekileceğinden haberi var. İki şişman kadın oturuyor ve arkasında saz, darbuka ve kemandan oluşan orkestra olduğu halde bir şarkı terennüm ediyor ama asla kadraja bakmıyorlar, herkes takım elbiseli. Fotoğrafın estetiği, zamanın eskiliğini vurgulaması, doğallığı falan hepsi yerli yerinde ama fotoğrafın numarası sahnenin arkasında ikisi de tam olarak çıkmamış tabeladaki yazıları birleştirince ortaya çıkıyor: Hariçten şarkı ve gazel okumak zabıta kararınca yasaktır. Nasıl ama?

18 Şubat 2010 Perşembe

Bir tutulma (ve tutunma) hikayesi

Ana kapıdan girip, yolu ve daha çok insanların gittiği yönü takip ederek yanımda babam da olduğu halde sonraları çok aşındıracağım bir yokuştan aşağı sallanıp birkaç adım atınca boğaz, tüm azametiyle karşımdaydı. Babam da, benim gibi boğazı ilk kez bu açıdan görüyordu. Boğaziçi’nin manzarasının methinin haklı olduğuna dair öylesine bir cümle ettiğini hatırlıyorum, ama yağmur o kadar kuvvetliydi ki o an için fazla seyredememiştik. O güne dair elimde evrak sağa sola koştuğumdan başka pek bir şey anımsamıyorum. İstanbul’a ikinci, Boğaziçi’ne ilk gelişimdi, çevremdeki binaların mimarisi, okulun yeşilliği, yağmurun şiddeti, kayıt için imza almam gereken masalar ve tüm o keşmekeş bana tamamen yabancıydı. Bütün bunların üzerinden yedi yıldan fazla geçtiğini şu an fark ediyorum, hakikaten zaman hızlı geçiyormuş... Yabancılığı atamayıp rahat hareket edemediğimi söyleyebilirim ilk sene boyunca, çok sınırlı sayıda arkadaşım vardı- şu an çok farklı değil ama en azından hukukumun derin olduğu birkaç kişi var burada tanıdığım…

Murat Gülsoy, bir romanında insanların metropoldeki hayatını, tarlada kendine bir yol açıp sürekli aynı yolda ilerleyen köstebeğin hayatına benzetmişti, beni hala benden alan bir benzetmedir bu. İstanbul’da yaşamak tam da böyle bir şeydi benim için, belli ritüellerin sadakatle ve zevkle uygulanageldiği bir hayat... Bahadır’ın bana yazdığı yıllık yazısında çok isabetle belirttiği üzere, “kendimizce yaşadık, kendi Boğaziçimizi yaşadık” Bizim için Boğaziçi’nin merkezde olduğu, pergelin bir ayağının Rumelihisarüstü’nde, bir ayağının Bebek’te, bir ayağınınsa Arnavutköy-Etiler güzergahında olduğu bir daire içinde geçti gitti yıllarımız. Bu bir Boğaziçi güzellemesi değil, orayla ilgili duygularım tek bir yazıyla açık edilebilecek kadar basit değil çünkü. Söylemek istediğim “bizim Boğaziçimiz” bizim için Saatli Bina’nın, manzarının, çimlerin, kulübün olduğu kadar, börekçinin, Adem Baba’nın, boğazda yürümenin, Abbas Abi'nin de bir parçası olduğu bir köstebek tüneliydi. İstanbul’un sihri burada, herkes kendi kazdığı tünelde gidip geliyor olabilir –ve o tünel başka yerde de aynı güzellikle var olabilir-, ama o kadar büyük bir tarla ki bu şehir, kim olursanız olun, sizi eğleyecek bir tünel kazmanız mümkün. (Benim için ikinci tünel Sultanahmet-Taksim-Cihangir üçgenidir, orayı daha bile çok sevebilirdim, ama benim yaşadığım yer olmadı maalesef bu hinterland henüz, ve bilirsiniz bir yerde yaşamakla o yeri gezmek arasında aidiyet bakımından çok bariz bir fark vardır.) Bir kere ait hissederseniz kendinizi, yırttınız demektir, bir iki sene sonra sanki her gelen geçeni tanıyormuşçasına meydanda volta atıp demirlerde pinekliyorken buldum kendimi. Şehre önce tutunmuş sonra tutulmuştum.

Ama sonra gel zaman git zaman bir şey oldu- devrimiz geçti. Bir bir mezun olup, önce mastır, iş, sonra askerlik, evlilik derken daha az görüşür/görünür olduk. Eski İstanbul ayağı yapmaya yaşım ve kütüğüm müsait değil ama kampüsteki hareketin çeşitli nedenlerle azalmasına ve her yerde peydah olan kiçınethauzkafekırıntı zincirinin (Starbucks manzarasından ve anılardan dolayı listeden çıkartıldı) Bebek’te de peydah olup, bu canım semtin özgünlüğünün kaybolmasına şahitlik etmem de bu zamanlara rastladı. İlginçtir, nasıl bu muhite olan bağlılığım perde perde artmışsa, bağlılığımın çözülmesi de yine aşama aşama oldu. Tatsız ama bunu yazmam lazım: İstanbul’un en sevmediğim zamanları, kendimi en yalnız hissettiğim, çaresizlikle vaktin geçmesini beklediğim, trafikte, yağmurda rezil olduğum zamanlar değil, Bebek’te Starbucks’ta, Adem Baba’da, manzarada veya ne bileyim başka bir yerde otururken, orada o zaman için sevdiğim kızla ilgili güzel bir anımı hatırlayıp o zamanların geçmişte kaldığını, artık o kişiyle bir daha eskisi gibi olmayacağını anladığımda içimin cız ettiği zamanlardır. O zaman kendimi teselli etmem imkansızlaşır. O zaman hakikaten buradan gitmek isterim.

Neyse mevzumuz bu değil, hayat benim için böyle devam ededursun, hayırlı bir iş dolayısıyla taşınmam icap etti. Hikaye kısa, ama boşverin. Günlerden bir gün, yani dün, insanların nasıl ve niye yaşadığını hiç anlamadığım bir yerden, Ataşehir’den ev kiraladım, sanırım haftaya taşınacağım. Bundan sonra farklı bir hayatım olmayacaktır, ama çevremin değişmesinin ve tek yaşamamın üzerimde etkisi olacağını tahmin ediyorum. Nazilli’den okumak için ayrıldığımda on beş yaşımda olduğuma göre, aklımın baliğ olduğu süreyi göz önünde bulundurursak (on iki yaşımdaydım, ama sizin paşa hatrınız için on olsun) hayatımın en çok vakit geçirdiğim şehri İstanbul olmuş bile, bu vaktin çoğu Etiler/Hisarüstü’nde geçti. Geri gelip bir daha burada yaşayacağımı tahmin etmiyorum, kısmet tabi… Genelde arkadaşlarım tarafından bu tip konuları büyütüp duygusal davranmakla tenkit ediliyorum, pek de haksız sayılmazlar, ama napayım bu tip ara toplamlar almayı seviyorum. Bu satırlar da, şahsım adına bu muhite olan bir teşekkür borcunu kapatma teşebbüsü olarak kayda geçsin lütfen mümkünse, sevgili blogger.

8 Şubat 2010 Pazartesi

Önemli gün ve haftalar için arşivden yazı temin edilir

İstisnasız bütün sevgililer için siyasete giriş

Eski zaman. O zamanlar, 'aşka âşık olmak' henüz bir kadın dini haline gelmemişti. Aşk, bütün duygusal pozisyonlarıyla kadın dergilerinde pornografik bir teşhire henüz uğramamıştı. Aşkın simyasından kimyasına henüz geçilmemişti. Aşk toplumsal bir yük değil, çok şahsi bir yüktü. O zamanları özlüyor muyum? Hayır. Ama hatırlıyorum. İşte böyle eski bir zamanda. Oslo Üniversitesi'nde, felsefe bölümündeyiz. Küçücük bir sınıf. Dersin başlığı Schopenhauer. Dersin hocası Norveç'in en yaşlı hocası. Kendisi Schopenhauer uzmanı. Sınıftaki öğrencilerin hepsi felsefe bölümü öğrencileri. Ta ki kapı çalınıp içeri O girene kadar. O, felsefe bölümü öğrencisi değil. Bu her halinden belli. Tam da bu yüzden, felsefe öğrencisi olmadığını içeri girer girmez söylüyor. Hocadan izin istiyor ve oturuyor. Meraktan gelmiş, öyle söylüyor. Bir denemek istemiş. Bir görmek istemiş. Evet, bi görmek istemiş. Görmenin bedeli eninde sonunda nal gibi her yerden görünmektir. Bunu bilmiyor. Ya da biliyor. Ama o kadar, o kadar güzel ki, bunu umursamıyor. Görünmeye çok alışmış. Hatta görünmemek diye bir şeyin varlığını belki de bilmiyor. Görünmeyi umursamıyor. Halbuki o sınıfta görünmeyi umursamayan hiç kimse yok. Hepsi de görünmekten korkan bir avuç adam, bir felsefe masasının etrafında görünmez oluşun tadını çıkarıyor. Bir avuç röntgenci, hiç görünmeden her şeyi görebilmenin sırrının peşinde koşuyor. Bir avuç korkak ve sessiz siyasetçi. Ama onun görünmeme şansı yok. O bu kısmeti ve bu laneti doğuştan üzerinde taşıyor. O, önce konuşmayı öğrenip sonra görünme şansına hiç sahip olmamış. O, önce felsefe öğrenip sonra ahkâm kesme ihtimalini hiç tanımamış. O, güzelliğin ta kendisi. Çok güzel, çünkü baştan sona tek başına.
Derken Schopenhauer uzmanı dinozor dersine başlıyor. Anlatıyor. Anlatıyor. Anlatırken beş dakikada en az 50 kere 'ABSOLÜT' diyor. Absolüt, yani 'mutlak'. Felsefenin bir türlü unutamadığı eski aşkı, Mutlak. Dinin tek sahibi Mutlak. İnsanın insana en büyük ihaneti Mutlak.
O, 10 dakika bekleyemiyor. Beş dakikanın sonunda elini bile kaldırmadan hemen soruyor. "Nedir bu absolüt absolüt dediğiniz allah aşkına? Rica ediyim de bir anlatın bana." O anda bütün sınıf adeta donuyor. Hoca hiç kıpırdamadan ona bakıyor. Sanki onu görmezden gelmeye çalışıyor. Ama onu görmemek ne mümkün. O, yine umursamadan devam ediyor. Herkese bir şans daha veriyor. "Canım yani o kadar büyütmeyin, diyor, Mutlak nedir diye sordum, bi cevap verin, yani en azından YAKLAŞIK OLARAK bir şeyler söyleyin. Yaklaşık olarak Mutlak ha?.. Bu iki kelimeyi yan yana getirdi densiz. Hoca bakışlarının içini daha da boşaltıyor ve bakmaya devam ediyor. Bu arada bütün röntgenciler kıpırdamadan ona bakıyor. Hiç görünmeden büyük bir felaketi seyrediyorlar. Bir taş kadar mutlular. Çok mutlular. Ve aniden beklenen siyasi tepki geliyor. Taşlar büyük gürültüyle patlıyor. Bütün felsefe öğrencileri müstehcen çapta kahkahalarla gülüyorlar. Hatta nasılsa gülmeye aynı anda başlayıp aynı anda kesmeyi bile başarıyorlar. Dinozor, küçük dinozorlarının 'anlayışından' memnun, mesut, sırıtıyor. Ve küçücük bir cevaba bile tenezzül etmeden derse devam ediyor. O da, hiç ikiletmeden, ama masadan defterlerin kaptığı gibi topuklarını vura vura arkasına bakmadan sınıfı terk ediyor. Evet, kapıyı da çarpıyor arkasından. Bir daha da o kapının çevresinde de hiç görünmüyor. Ve o çıktıktan sonra sınıf yine eskisi gibi görünmez oluyor. Onu beş dakikadan fazla görmedim. Yüzünü, sesini unuttum. Ama varlığından, yani yokluğundan hiç kurtulamadım. Uzaklaşan topukları uzaklaşmaktan hiç vazgeçmedi. Burada artık aşk giriyor araya. Ve izin verin de, bana yıllardır yük olan bu aşkı yavşamış kelimelerle ortalık yerde bitireyim.
Ömrüm boyunca onun bu sorusuna bir cevap bulmak istedim. Yıllar sonra sorusunun cevabını buldum. Mutlak olan, felsefeye ihtiyaç duymayandır. 'Yaklaşık olarak Mutlak' olana gelince. O sendin, o gün o sınıfta. Çünkü senin felsefeye ihtiyacın yoktu. Yani neredeyse yoktu. Çünkü senin siyasete ihtiyacın yoktu. Çünkü sen hiç siyaset yapmayacaktın hayatta. Siyaset senin için yapılacaktı. Bazen seni elde etmek için. Bazen de, seni devirmek, yok etmek için. Çünkü sen, niyetin olmadan kısmetliydin. Günahın olmadan lanetliydin. Adımını attığın her yerde, hiç siyaset yapmadan iktidar sendin. O gün ben de güldüm sana. Affet beni. Bak senden kurtulmak için ben de artık görünür oldum. Kendi lanetimi kendi ellerimle kurdum.
"Aşk, ortalık yerde teşhir edilmeye başladığı anda yok olmaya yüz tutar." İşte kadın filozof Hannah Arendt'ten kabul eden herkese eşsiz bir sevgililer günü hediyesi. İki gün rötarla. Hem de bedava.
NB: Okuduğum en iyi siyaset yazarı Gökhan Özgün'ün yazdığı onlarca yazı içinde siyasetle ilgili olmayan (bence değil) yegane yazısı, iki sene önce bu zamanlar yayımlanmıştı. (Geçmiş yazılarına http://gokhanozgun.blogspot.com/ dan ulaşabilirsiniz.) Kendisi geçen sene yazı yazmayı bıraktığından beri, hayatı ve memlekette olan biteni anlama çabam daha ümitsiz. Geri döneceği günü tevekkülle, kitap yazacağı günüyse dört gözle bekliyorum.
Yazıya gelince. Bugün erken yatmam lazım, kısa tutacağım. Daha önce bu yazı için 14 Şubat'a tarih vermiştim, bugüne kısmetmiş. Sittin sene yazamayacağım bir yazı olduğunu belirtmeme hacet yok herhalde. Bir zamanlar sevdiğimi açık ettiğim/söylediğim herkese, muhabbetle. Zira Seneca'nın dediği üzere, "sevip de kaybetmiş olmak, hiç sevmemiş olmaktan iyidir."

RTÜK: Çiçek buzlamadan daha hoş

Tam da bugün hisli bir yazı yazmak için bilgisayarın başına oturmuştum ki, ntvmsnbc'deki haberi (başlıkta yazdığım) görünce çileden çıktım.

Beni tanıyanlar bilir; sansürün her türlüsüne karşıyım. Dayanak noktam ise; eğer ortada bir problem varsa sansürün asla çözüm olmayacağı. Ne yazıkki youtube'un Türkiye'de yasaklanması, Atatürk ve yüce Türk milleti hakkında yayınlanan videoların ortadan kaldırılmasını; pornografik içerikli sitelere ulaşılamaması, Dünya'daki çocuk pornosu endüstrisinin çöküşünü; iş yerlerinde facebook ve benzeri sosyal ağ sitelerinin engellenmesi, herkesin daha verimli çalışmasını sağlamıyor... Aynen filmlerdeki sigaralı sahnelere uygulanan sansürün sigarayı engellemediği gibi.

Elbetteki sigara kullanım oranını düşürecek her türlü uygulamayı desteklerim, ancak öncelikle bu konunun sosyal bir problem olduğunu, sigaraya insanların filmlerde gördükleri için başlamadıklarını anlamak lazım. Şu anki dar görüşlü, örümcek kafalı hükümetten böyle bir anlayış beklemek saflık olur.

Bir süredir cnbc-e'de (ki ailecek izlediğimiz bir kanaldır) uygulanan "sigaranın üzerine çiçek böcek yerleştirme" efektinin önce beni güldürdüğünü, sonra sinirlendirdiğini ve en sonunda gerçekten çok üzdüğünü fark ettim. Yıllar yıllar önce çekilmiş güzelim filmlerin en başarılı sahnelerinde bir de bakmışsınız ki alakasız bir çiçek resmi... Bir şeyin içine bu kadar edilebilir. Sabır yarabbi diyerek (ve elimden hiç bir şey gelmeyeceğini bilmenin yarattığı sıkıntı ile) güzelim kanalımdan gün ve gün uzaklaştım.


Bugün "saygıdeğer" RTÜK Başkanı Davut Dursun'un yaptığı açıklamayı okuyunca nevrim döndü. Neymiş, kendisi cnbc-e nin sigaraların üstüne koyduğu çiçekleri hoş buluyormuş. Başbakan'ın da sigara konusunda katı bir duruşu varmış.

Peki o zaman, umalım da aldığınız önlemlerle ilkokul çağında sigara tiryakisi olmuş çocuklar sokaklarda cirit atmasın. Açlıktan ölmemek için otoban kenarlarında fahişelik yapan kadınlar, cinselliği hiç öğrenemediği/yaşayamadığı için turistlere tecavüz eden, sonra da gırtlaklayan adamlar, bir erkeğe safça "seni seviyorum" dediği için kızının beynini dağıtan "namuslu" babalar, belki şöhret olup da çok para kazanır diye çocuklarını seviyesiz yarışmalarda pazarlayan analar... Hepsinin üzerine birer çiçek yerleştirelim olsun bitsin...

7 Şubat 2010 Pazar

Mükemmel Bir Gün - Hem de sadece muz balıkları için değil

Müzik konusundaki cahilliğim vahim boyutlarda ve bu konudaki eksikliğim, diğer kusurlarımın yanında bana daha çok batagelir yıllardır. Yine de, bir süredir pek güncellenmemiş çalma listem -veya ondan sıkıldıysam Radyo Eksen- bilhassa depresif bir şeyler karalarken; işim tarafımdan esir alındığım; angarya bir işi tek başına yaptığım (çok karakteristik bir örnek olarak: ütü) veya kimseyle konuşmak istemediğim, bana bulaşılmaması için en aksi halimi takındığım zamanlar beni rehabilite etmek için hazır ve nazırdır.

Lou Reed’in “Such a perfect day”ini de işte bu zamanlardan birinde birkaç hafta önce Radyo Eksen’de dinlemiştim, daha önce dinlediğim bir şarkı olsa da, o dinleyişimde o kadar dikkatimi çekti ki yaptığım işi bırakıp sadece şarkıyı dinledim. Hayat dolu sözleriyle tezat oluşturan melodisinin hüznü bana çok sahici gelmişti, sonra art arda çok farklı yerlerde tekrar rast geldim, ve şarkı bir süredir dilime dolanmış durumda, yabancı bir şarkıyı mırıldandığımı daha önce pek hatırlamıyorum…

Bu şarkının esas gücü ne Lou Reed’in dokunaklı sesinde, ne sizin ayağınızı yerden kesen melodisinde, şarkının tılsımı bence sözlerinde, hepimizin başından geçmiş, geçmesi muhtemel son derece sıradan bir günün yazarı bu kadar mutlu edebilmesinde. Ama demek ki mutlu olmak için naptığından çok bunu kimle yaptığın önemli, anıların senle o an(ı)ları paylaşan kişiyle arandaki ilişkinin derinliği kadar kuvvetli belki de.

Kimseye söylemeyecekseniz bir itirafta bulunayım: Aslında yatmıştım, bambaşka bir şeyi yazmak için yataktan kalktım, ama kafamdaki imgeleri/anıları birleştirip cesaretimi toplayamadım, bu şarkıyı benden çok önce keşfettiğinizi tahmin edebiliyorum. Affeyleyin lütfen…

30 Ocak 2010 Cumartesi

Meraklısına

Cumartesi günü kar-kış/yaş-güneş demeden ofise gelmenin dayanılmaz bir eziyeti olabiliyor, bu durumdan mükerrer sefer yakınmıştım zaten. Genelde bu günü başka zamanlar ofiste yapmaya fırsat bulamadığım işlere ayırıyorum, bunlardan biri radyo dinlemek, ofiste daha ileri bir teknoloji mevcut değil zaar. Kocaeli'nin geniş yayın ağı sayesinde hangi radyoyu dinleyeyim diye maymuna dönmeme rağmen, yine de idealist biri olarak NTV Radyo'dan şaşmıyorum. (Zaten bilen bilir, sağlıklı yaşarım, düzenli spor yaparım, Radikal müdavimiyim, Radyo Eksen dinlerim, sienbisie gençliğiyim.)

İşte NTV'de "O an" programından tanıdığımız usta haberci Oğuz Haksever'le, Türkiye'nin en malumatfuruş adamı Mehmet Barlas'ın Türk Sanat Müziği'yle ilgili program yaptığını öğrenmem de bu vesileyle oldu. Programın adı, bulunacak en yaratıcı isimlerden biri bence: Makam Farkı. Program NTV Radyo’da cuma akşamı saat 20:00’de tekrarı da her Cumartesi 11:10 ve Pazar 10:10’da yayımlanıyor. Tabi ki bu programda Mehmet Barlas, isim konusunda esinlendiği Yorum Farkı'ndan daha ehl-i keyif davranıp beraber sunduğu Haksever'e sardırmıyor, onun yerine eski plaklar, adı hatırlanmayan şarkılardan/sanatçılardan detaylı bilgiler veriyor. TSM tabi ki dinlediğim bir müzik değil, genelde sıkılıp programı da bitiremiyorum, ama dedik ya çaresizlik işte.

Az önce tüm ofise Ruhi Su'nun Drama Köprüsü'nü dinletme imkanı vermiş olmaları bile bu programı buraya yazmam için yeterli... O Ruhi Su ki, sosyalist olduğu gerekçisiyle 12 Eylül cuntası tarafından yurt dışında tedavi edilmesine vaktinde fırsat verilmediği için vefat etmiş, o cenaze töreni ki 12 Eylül sonrasının ilk büyük kitle eylemine sahne olmuş, çıkan olaylardan dolayı 163 kişi İstanbul siyasi şubede ve 1. Ordu Cankurtaran Trafik İnzibat Bölüğüne ait eski bir binada 15 gün süreyle gözaltında tutulmuştu. O dönemin Terörle Mücadele Şube Müdür ve Asayişten Sorumlu Emn.Md.Yrdcısı Mehmet Ağar'dı. (Wikipedia'dan aşırmadır) Ferasetine yandığımın memleketinde, bu tip olaylar sıradan, bunlardan haberdar olmaksa büyük bir tesadüftür, çünkü konu türküdeki gibi adam öldürmek bu topraklarda hakikaten oyundur...

27 Ocak 2010 Çarşamba

Dikkat Bu Yazı Spoiler İçermez!

Yazılarımdan da anlaşıldığı ve beni tanıyanların da çok iyi bildiği üzere, film izlemeyi, filmi çeken adamın niyetini anlamaya çalışmayı, kendimce yaptığım bir saptamayı eş dostla tartışmayı, kısacası film üzerine ukalalık etmeyi seviyorum. İzlediğim bunca filme rağmen, hala çok kolay kandırılabilir bir izleyiciyim, bundan şikayetçi olduğumu da söyleyemeyeceğim açıkçası, çünkü bu sayede (bilhassa sinemada) film izlemekten hala çocuksu bir zevk alıyorum, yönetmenin yarattığı dünyanın içinde kolayca kayboluyorum, yani sinemanın eğlendirme fonksiyonu benim için hala devam ediyor, sadece beni şu an eğlendiren film tipleriyle ilk film izlemeye başladığımda eğlendiren film tipleri bir değil. Ama bir kısmını geçmiş yazılarımda bahsettiğim bir sürü filmi izlemiş olmaktan dolayı kendimi mutlu addediyorum, insanlarla olan hukukumda o filmlerin de bir payı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bunca izlediğim iyi filmden ayrı olarak, tuhaf bir biçimde, bana kendini “izletmeyen” bir film var: Sophie’s Choice.

Alan J. Pakula’nın 82 yapımlı bu filmi, William Styron’ın aynı isimli çok satan romanından uyarlanmış ve Oscar’ın gediklisi Meryl Streep’e En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazandırmış. Filmin konusuna dair bildiğim iki oğlundan birini seçmek zorunda bırakılmış bir annenin İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı dramla ilgili olduğu.

Bu filmin efsunu, kah Ahmet Çakar’ın futbol yazısında kah Hasan Cemal’in konuşmasının bir kenarında kah Müjde Ar’ın “izlediğiniz en iyi aşk filmi?” sorusuna verdiği cevapta karşıma çıkıp, bir türlü kendisini izleyememiş olmamda. Kendisinden verdiğim en manalı doğumgünü hediyesini devşirmişliğim var. Filmi birkaç sene önce güç bela bulmuş olmama rağmen, ona bir önem atfettikçe bunu alelade bir zamanda ve tek başıma izlemekten imtina ettim ve zevki devamlı erteledim, en son geçen pazar günü, şu zamana kadar dışarıda gezmek için geçirdiğim en kötü havaların birinde, Cihangir’le Gümüşsuyu’nun kesiştiği bir kafede (o iki yerin kesişmediğini ben de biliyorum, atlamayın hemen) izlemeye yeltenmişken, yine nedenini hala anlayamadığım bir sebepten ötürü bu filmi izlemekten mahrum kaldım... ve ne yalan söyleyeyim, pişmanım.

22 Ocak 2010 Cuma

İstanbul'da Bir Gece

Zifiri karanlıktasın, uyku tutmuyor bir türlü. Bütün gün pinekleyip ekrana bakmaktan sulanmış gözlerin kapanmıyor. Nabzının şakaklarında attığını hissediyorsun. Çaresi yok, ne kadar soğuk olursa olsun, dışarı çıkman lazım. Camı açınca poyrazın taşıdığı su damlacıkları suratına çarpıyor. Soğuk. Hem de it gibi soğuk. Ama dört duvarın havasızlığından, basıklığından kurtulmak için sokağa karışman, çamura bulanman lazım. Telefonunu bırak, kimse aramayacaktır zaten.

Dışarıya adımını atmadan saate bakıyorsun, on sekiz saattir ayaktasın, bunun dört saati trafikte geçmiş. Semtin arka sokaklarına, varoşlarına doğru yürüyorsun. Yaşayanlarının spor yapmak deyince, gecenin bir yarısı halısahada tıknefes koşmak veya eli belinde dolaşarak bağırmayı anladığı mahallelere geldin. Kafasında saç kalmamış orta yaşlı adamlar, amatörden bir gıdım yukarı yükselmemiş, futbolcu olamamış “topçu”lar, artık olduklarını ispat etmeye çalışan ergenlerden oluşan takımları seyrediyorsun biraz. Yazlıkta onlardan biri olduğun zamanları, bir tek maç kaybetmediğin yılı hatırlıyorsun. “Sen nerede oynuyordun abi?” diye sorulunca gözünün ne kadar parıldadığını anımsıyorsun. Ama o zamanlar artık uzak bir anı. Anılarsa peşini bırakmıyor. Nieztche’nin dediği gibi, çok övündüğün hafızan yara toplamış bir irin artık senin için. O yarayı daha fazla kaşımamak için artık ayrılıyorsun. Yokuş dikleşiyor. Caminin bitişiğindeki pastane henüz kapatmamış. Yağmurdan sırılsıklam, içeri girdiğine memnunsun. Ama içerisi dışarıdan sıcak değil. Kapının kolunu bastırmanla birlikte olabilecek en basit mekanik düzenekle zil çalınıyor. Burası müşterinin sıklıkla uğradığı bir yer olsaydı, böyle bir numaraya kalkışmazdı dükkan sahibi. Tam istediğin gibi bir yere girdin, burada sittin sene görünmen, fark edilmen mümkün değil. Fark edilmeye çalışmak yazarların derdi, sense, bir kişi tarafından fark edilmeyi dert ediyorsun kendine, gerisi çok da önemli değil senin için, görünmeden yaşamaktan yana bir sıkıntın yok. Üst kattan yaşlı bıyıklı bir adam iniyor, bir ince belli söylüyorsun. Bu senin içini ısıtacak. Gecenin bir vakti çayı dökmediği için şanslısın, bunu biliyorsun. Köşedeki 37 ekran televizyonda Kanal 7 açık, bir Türk filmi oynuyor. Türkan Şoray’la Kadir İnanır’ı seçiyorsun uzaktan. Bir an için, küçük çocuklar gibi o görüntüye büyük bir naiflikle hiçbir şey anlamaya çalışmadan bakıyorsun sadece. Filmin adını bile görmüyorsun, ama sahneye bakılırsa bir aşk filmi olması lazım. Şakaklarındaki zonklama biraz diner gibi oldu. Mutluluğun, “Kapatıyorduk delikanlı” nidasıyla bozuluyor. Hesabı soruyorsun. Çayı bir de Nazilli’de bu fiyata içebilirsin. Ödeyip çıkıyorsun. Kapının kolunu indirince yine aynı asap bozucu zil sesini duyuyorsun. Dışarı çıkınca hiçbir şeyin değişmediğini anlıyorsun. Senin mutluluğun, o siktirici 37 ekran televizyonda, o hayatında üç dakikadan fazla izlemediğin kanalın otuz sekizinci tekrarını verdiği filmde kaldı. Filmin atmosferine çabuk girdin yine, hikayeye çok çabuk aldandın.

Sokağın sessizliğine bakılırsa gece yarısını geçtin bile. Gittiğin yönde TEM var sadece, geri dönüyorsun. Su damlaları burnundan ve kulağından bile damlamaya başlamış artık. İnat ediyorsun yürümekte. Bu kadar sağanak yağmurda ağlayabilirsin doya doya, gözün kızarmadığı sürece kimse bir şey anlamayacaktır. Bir gün içersen bunun rakı olacağına dair sözünü anımsıyorsun. O sözünü tutmak için iyi bir fırsat. Seni akşam arayan arkadaşın hala meyhanede olabilir. Yolunun üstündeyken uğramak istiyorsun. Girer girmez, sigara dumanının içinden Tarık’ı seçmekte zorlanmıyorsun, o hala görüştüğün en eski arkadaşın. Her sinirli olduğundaki gibi, selam verip alelade bir iki cümle kurup sonra susuyorsun. O sana neyin var diye sorduğunda cevap alamayacağını bilecek kadar iyi tanıyor seni, o da susuyor. Bu meyhaneye daha önce geldin, seviyorsun burayı. Duvardaki şiirlere ilişiyor gözün. Bir tanesi “ben doldurur ben içerim, günah benim kime ne” diyor. Artık seni günaha girmekten alıkoyan prangaları salabilirsin. Afiyet olsun.

21 Ocak 2010 Perşembe

Kısaca “yazar”

Güne zaten depresif başlamıştım, perşembe alışkanlığım olan Feridun Düzağaç yazısı hepten keyfimi kaçırdı. Bir dönemdir devam ettiği futbol yazılarına anladığım kadarıyla şu yazıyla nokta koymuş:
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=975847&Yazar=FERİDUN%20DÜZAĞAÇ&Date=21.01.2010&CategoryID=103

Marifet iltifata tabiymiş, sevdiği kızla olan ilişkisini kağıda döktüğü naiflik ve dürüstlük, geçen senenin en vurucu filmlerinden birini hiç çaktırmadan hikayeye yedirmesi, kelimelere ve deyimlere attırdığı taklalar onu benim için ülkenin (Tanıl Bora’nın da hakkını yemek istemeyiz ama) bir numaralı spor yazarı yapmıştı, yarattığı boşluğun doldurulabileceğini sanmıyorum. Kendisiyle "kapalı üst"te karşılaşmak dileklerimle...

Dergi yarasına Bant iyi gelir mi?

Şu anda elimde tutmuş olduğum dergiyi ilk kez 2008 yazında, bir arkadaşımda tesadüfen görmüştüm, o sayıda içinde otel geçen filmlerle ilgili çıkan bir yazıyı sahilde bir çırpıda okuyuşum net olarak hatırımda. Aynı konunun devamı olarak Anayurt Oteli’yle ilgili yazıyı da büyük bir zevkle okuduğumu da hatırlıyorum. Yalnız bir saniye müsadenizi rica edeyim, bir elde dergiyle hızlı yazamıyorum.

Nerde kalmıştık, Bant, birçok açıdan muadili olmayan bir dergi. Eskiden aylık çıkarken 2008 kriziyle birlikte iki ayda bir çıkmaya başladı. Sinemayı, müziği ve illüstrasyon tarzı, neydi o kelimenin adı Güntekin, hah postmodern denebilecek görsel sanatları konu ediniyorlar. Benim için en büyük falsoları, edebiyatla ilgili bir tane yazıları bile olmaması, zira benim gibi müzik cahili biri için bu dergi sadece sinema yazılarıyla bir şey ifade ediyor.

Başka bir garipliği prensip olarak, hiçbir kapakta içindekiyle ilgili en ufak bir ipucu vermiyorlar, mutlaka kapakta provokatif bir illüstrasyon vb kullanıyorlar, bu da sadece sanatçıyı tanıyorsanız size bir şey ifade edebiliyor, onun dışında sayının içeriğini kapağın cildinde yazan birkaç kelimeden kestirmek zorunda kalıyorsunuz. (İki üç kere bu dergiyi alıp, okuyacak bir şey bulamadığımda bu huylarına küfredip bir daha almamaya karar verdiğimi itiraf edeyim.)

Ama yeminler bozulmak için, bugün büfede akşam sıkılmamak için dergi okuyayım diye düşündüm ve eski bir alışkanlıkla elim Yeni Harman (o hakikaten ayrı bir yazının konusu) ve Bant’a gitti. 2009 Ocak-Şubat sayısında yılın en iyi elli yabancı (ve on Türk!) film ve albümünü değerlendirmişler, bu açıdan film ve müzik tercihi için bir referans sayısı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca dosya sayısı olarak, başka yerlerde de gördüğümüz, milenyumun ilk on yılı geyiği gibi, okurken çok eğlenceli ve ama okuduktan bir sene sonra pek bir şey ifade etmemesi muhtemel yazılar da var, ama bunları sinemanın, müziğin, toplumsal hareketlerin on yıllık gelişimi halinde ayrı kategori ve yazılarda değerlendirmişler, yazılara henüz bakamadım açıkçası ama mesela toplumsal hareketlerde ne yazdıklarını merak ediyorum…

NTV Tarih dışında acaba bu sayıda ne işlediler diye merak edip ay başında bayileri aşındırdığım bir dergi yok bu ülkede, vaktinde bu tip işlere kıyısından bulaşmış biri için bu bir eksiklik, bir yara, bu haliyle Bant farklı içeriği ile bahsettiğim konulara meraklıysanız ilginizi çekebilecek bir yayın. Daha fazlası için http://www.bant.tv/ hiç de fena olmayan bir site. Siz almadan yine de siteye bir uğrayın, şimdi beğenmezseniz küfretmeyin gariban blogçunuza.

18 Ocak 2010 Pazartesi

10 Ocak 2010 Pazar

Tesadüf

Hafta içi Taksim’e çıkmanın bende yarattığı duygu, hayatı ıskalama hissidir. Geçtiğim her vakitte, İstiklal o kadar kozmopolit, cıvıl cıvıl ve vaatkardır ki, ben gelmeden önce de, gittikten hemen sonra da hayatın aynı hızla devam edeceğine kani olurum. Fakat heyhat! Benim sürem hep kısıtlıdır, hafta içi Taksim’e çıktığımda zaten servisten akşamın bir saatinde inmiş, dışarıda olduğum gecenin ertesi sabahında şehrin köpekleri, temizlik işçileri ve fırıncılarıyla aynı saatte kalkmak zorunda olduğum için de Taksim’deki teneffüsümü kısa kesmek zorunda kalmışımdır.

Bütün bunları düşünüp, kalabalığı yardır Allah yararak Tünel’e geldiğinizde, gittiğiniz barın önündeki kalabalığı görünce yüzünüz ekşir. Yanınızdakileri birbirinize sesinizi duyurmak için bağırmanızı gerektirmeyecek bir yere götürmeyi teklif etseniz, çok mu ayıp olur diye düşünürsünüz. İçeride ne olup bittiğini merak bile etmezsiniz. İnsanları kandırıp götün götün (bu vesileyle bu deyimin anlamını genişlettiğimi, bundan sonra yerli yersiz kullanacağımı ilan ve itiraf ederim, her yazıda doğru yerde kullanacağım diye bin dereden su getir nereye kadar çok afedersiniz) favori pasajınıza doğru yollanmaya hazırlanmışsınızdır ki bir el tokalaşmak için uzatılmıştır. -Hemen heyecanlanma metus, bir kız eli değil bu. Burayı Danimarka mı sandın?- Karşınızdaki çocuk isminizi söyler: Metus Mehmetus mu acaba? “Evet.” Çocuğu tanımadığınızı çaktırmadan edemezsiniz. Anıları hatırlamakta bu kadar başarılı olan hafıza, nolur biraz da suratları ve isimleri hatırlasaydı! Babanızın ismini söyler, onu da teyit edersiniz. Eliniz artık daha sıkı sıkılmaktadır. Bin kere duyduğunuz “hiç değişmemişsin” sözünü bir kere daha duyarsınız. Çocuk kendini tanıtır. İkinci cümlesi, “ben senin kitaplarından çok ders çalıştım” olur. O zaman kafanıza dank eder. Nazilli. Ortaokul. Kasvet. Alttaki dükkanda çalışan kadının fakir ama zeki çocuğuna verilen koli koli kitap, deneme sınavları, soru bankaları, hatta öğütler… Ama siz, bir şey yapmamışsınızdır ki zaten. O çocuk, söylediği üzere, yazıla çizile eprimiş, tekrar tekrar çözülmüş o kitaplara çalışarak mühendis çıkmış olabilir mi? Bilemezsiniz. Ama bildiğiniz bir şey vardır: Bu ülkede, adamdan sayılmanın, dikey olarak yükselmenin, itibar görmenin en kestirme yolu, okumaktır. (En azından sizin kıt muhayyilenizde öyledir.)

İşe yaradığınızı hissettiren bir tesadüfle karşılaşmışsınızdır. Bir anda, hakkınızın geçtiğini düşündüğünüz ve artık görmediğiniz diğer insanlar aklınıza düşer. Acaba onlar, şu an ne yapmaktadır? Şehre ve kaderinize güvenin, nasıl olsa onu da başka bir tesadüfle er geç öğreneceksinizdir.

İnsanı mutlu kılan basit bir detay

Gecenin ilerlemiş bir saatinde zifiri karanlığına/sessizliğine (sessizliğin de rengi olur) baktığınız, bakıp huzur bulduğunuz denizden gelen dalga sesi. Benim için yazlıkla ve onun getirdiği mutlulukla var olmuş bir ayrıcalıktı, bugünkü müşahedeme göre, aynı sahneye İstanbul'da tanık olmak da ömür uzatır. Yeminle.