Ofis harici görüşmediğim bir arkadaşım tüm dobralığıyla, “yalnız yaşamak zor olmayacak mı metus?” demişti. Gülüp “evet” demiştim, “zor olacak zaman zaman.” Bir şeyin kafama dank etmesi için illa başka birinden duymayı beklemem mi lazım?
Birbirimizi yemeyelim, doğru kişiyleyseniz, dünyanın en siktirici yerinde de mutlu olabilirsiniz, yoksa İstanbul sizi bir yere kadar eğleyebilir. İyi de kendi yalnızlığınızı örtmek için İstanbul’u paravan yapıp, sonra “bu şehir de beni yoruyo bilader” diye yakınmak, güzelim şehre ayıp değil mi?
Şu an çok istediğim bir şey var, İstanbul-Kuşadası arasını otobüsle geçip, sabahın erken saatlerinde, Güneş’le uyanmak. Yazın Güneş’i İzmir’den geçerken doğurabilirsiniz, cama kafanızı yaslayıp, bir saat sonra yapacaklarınızı düşünerek, hakikaten mutlu olabilir, uykusuzluktan ağrımış gözlerinizin ışıl ışıl parladığını hissederseniz. Mutlu olmanız bu kadar basitken, o zamanın bu kadar uzak olması size, yaman bir çelişki değil mi?
“Kurguyla gerçek arasındaki fark, kurgunun olabilirliği göz önünde bulundurmak zorunda olmasıdır” lafını yerli yersiz kullandığım halde, kalkıp filmlere bel bağlamak, beğendiğim sahneleri saplantıyla döne dolaşa izlemek, zorla başkasına sevdiğim filmleri izletmek, bunun üzerinden olmayacak benzerlikler kurmaya, karakterlerin kendi hayatımdaki izdüşümlerini bulmaya çalışmak biraz fazla hayalcilik değil mi? Bir yazının hoşunuza gitmesi, sizin düşündüğünüz ama ifade edemediğiniz bir duyguyu apaçık etmesi sizin için yazıldığı manasına gelmez ki. Melodisi ne kadar hüzünlü, sözü ne kadar iç kanatıcı olursa olsun bir şarkı; ne kadar vurucu olursa olsun bir köşe yazısı; güzel bir rüyayı ne kadar iyi işlemiş, Al Pacino ne kadar döktürmüş olursa olsun bir film bir kızı size aşık edebilir mi?
Kimin yazdığına bakmaya üşendim (Gazali olabilir), bir tasavvuf kitabında, Allah’ın, dua etmeyi bırakırlar diye, salih kullarının duasını geç kabul ettiğini, ama her duanın er geç kabul edildiğini okumuştum, eğer öyleyse gönlümün muradı için hiçbir şey yapmayıp, dua etmeyi de kestiğim halde, olmadığı için isyan etmem, günah değil mi?
İhsan Oktay Anar’ın kamera önünde tek konuşması, yanılmıyorsam Erdal Öz ödül töreninde şu minvalde ettiği birkaç cümleden ibaretti: Mutlu insan susar. Şu an bu ödülü almanın mutluluğuyla susmak istiyorum, demişti “konuşmasında”. Bunu tersten düşünebiliriz- her yazdığımda, biraz kendimi uyuşturup, Mr. Niceguy’ın muhteşem ifadesiyle “yıllardır içimde tuttuğum hüznümü kusmak” için yazıyorum sanırım. Tüm mağlubiyetlerimin, hayalkırıklıklarımın, basiretsizliklerimin rövanşının bir yazı tarafından alınmasını umuyorum, iyi de bu yazının kendisine haksızlık değil mi? Madem öyle, daha ne kadar doldurmaya hakkım var ki bu blogu, bir söyler misiniz…
Birbirimizi yemeyelim, doğru kişiyleyseniz, dünyanın en siktirici yerinde de mutlu olabilirsiniz, yoksa İstanbul sizi bir yere kadar eğleyebilir. İyi de kendi yalnızlığınızı örtmek için İstanbul’u paravan yapıp, sonra “bu şehir de beni yoruyo bilader” diye yakınmak, güzelim şehre ayıp değil mi?
Şu an çok istediğim bir şey var, İstanbul-Kuşadası arasını otobüsle geçip, sabahın erken saatlerinde, Güneş’le uyanmak. Yazın Güneş’i İzmir’den geçerken doğurabilirsiniz, cama kafanızı yaslayıp, bir saat sonra yapacaklarınızı düşünerek, hakikaten mutlu olabilir, uykusuzluktan ağrımış gözlerinizin ışıl ışıl parladığını hissederseniz. Mutlu olmanız bu kadar basitken, o zamanın bu kadar uzak olması size, yaman bir çelişki değil mi?
“Kurguyla gerçek arasındaki fark, kurgunun olabilirliği göz önünde bulundurmak zorunda olmasıdır” lafını yerli yersiz kullandığım halde, kalkıp filmlere bel bağlamak, beğendiğim sahneleri saplantıyla döne dolaşa izlemek, zorla başkasına sevdiğim filmleri izletmek, bunun üzerinden olmayacak benzerlikler kurmaya, karakterlerin kendi hayatımdaki izdüşümlerini bulmaya çalışmak biraz fazla hayalcilik değil mi? Bir yazının hoşunuza gitmesi, sizin düşündüğünüz ama ifade edemediğiniz bir duyguyu apaçık etmesi sizin için yazıldığı manasına gelmez ki. Melodisi ne kadar hüzünlü, sözü ne kadar iç kanatıcı olursa olsun bir şarkı; ne kadar vurucu olursa olsun bir köşe yazısı; güzel bir rüyayı ne kadar iyi işlemiş, Al Pacino ne kadar döktürmüş olursa olsun bir film bir kızı size aşık edebilir mi?
Kimin yazdığına bakmaya üşendim (Gazali olabilir), bir tasavvuf kitabında, Allah’ın, dua etmeyi bırakırlar diye, salih kullarının duasını geç kabul ettiğini, ama her duanın er geç kabul edildiğini okumuştum, eğer öyleyse gönlümün muradı için hiçbir şey yapmayıp, dua etmeyi de kestiğim halde, olmadığı için isyan etmem, günah değil mi?
İhsan Oktay Anar’ın kamera önünde tek konuşması, yanılmıyorsam Erdal Öz ödül töreninde şu minvalde ettiği birkaç cümleden ibaretti: Mutlu insan susar. Şu an bu ödülü almanın mutluluğuyla susmak istiyorum, demişti “konuşmasında”. Bunu tersten düşünebiliriz- her yazdığımda, biraz kendimi uyuşturup, Mr. Niceguy’ın muhteşem ifadesiyle “yıllardır içimde tuttuğum hüznümü kusmak” için yazıyorum sanırım. Tüm mağlubiyetlerimin, hayalkırıklıklarımın, basiretsizliklerimin rövanşının bir yazı tarafından alınmasını umuyorum, iyi de bu yazının kendisine haksızlık değil mi? Madem öyle, daha ne kadar doldurmaya hakkım var ki bu blogu, bir söyler misiniz…
daha 'çok' hakkın var.
YanıtlaSilbenim de bir arkadaşımın muhteşem ifadesiyle: yazar, okurun hakkıdır. tersi değil.
Yazmak, birilerinin okuyacağını biliyorsan yazmak güzel. Bir internet kafeye gidip çarşaf çarşaf mail yazmak, iki gün sonra cevap alacağına emin olarak ekran başına geçmek güzel. Eğer hiçkimsenin görmediği bir şeyi gösterdiysen, "harbi lan" dedirdiysen, birini ikna ettiysen, birini tebessüm ettirdiysen, yazmak güzel. Tekrar okuduğunda yüzünü buruşturmuyorsan, her defasında başka bir kusuru gözüne çarpmıyorsa, yazmak güzel. Zaten bunları yapabiliyorsan, yazdığın bir işe yarıyor demektir, okuyucuna iyi vakit geçirtiyorsan değil.
YanıtlaSilAmaç eğlendirmekse, ben seni tavlayla da eğlerim zaar...