Bitmesine sevindiğim, üstüme yıkılan işleri kaldırmak için yere yakın durduğum bir haftayı bitirmenin rahatlığıyla kartı basıp turnikeden geçtim. Akşama bir planım olup olmadığını hatırlamaya çalıştım- yoktu. Telefonunun sürgüsünü sürdüm, kimse aramamıştı. Hediye Beşiktaş atkımı, artık tikilere mal olmuş biçimde kalın bir düğümle boğazıma doladım. Akşam bana tavsiye edilmiş filmlerden hangisini izleyip mayışacağımı düşünerek kafam önde servise doğru yollandım. O sırada gayriihtiyari servisin park ettiği yere değil, sola doğru bakıp şaşırdım: Çok belirgin değildi, ama evet- gökkuşağı bir huzme halinde TEM tarafında çakılı duruyordu. Az öncesine kadar yağmurun yağdığı o zaman fark ettim. Hava tuhaf bir biçimde karanlıktı, akşam ezanının okunmasına dakikalar vardı, hal böyleyken nasıl olup da gökkuşağı görünebilir, aklım almıyordu. Blogtaki mevcudiyetimin sona yaklaştığına kesin olarak kani olmamdan saatler sonra, yazmazsam içimde kalacak bir “şey” duruyordu önümde işte. O “şey” ki, lise birde kulakları çın çın çınlayası edebiyat hocamız bize kompozisyon ödevi olarak “gökkuşağı” dediğinde ilk aklıma düşmüştü. O konu, o zaman için “konuşmanın önemi”, “Atatürk’ün ileri görüşlülüğü”, “bilmem ne haftasının faydaları” minvalinde yazılar yazmaya zorlanmış ve bunun için ne kitapla ne edebiyatla sahici bir bağ kurmuş olan ve o zaman için şimdiki kadar bile yazamayan ailenizin blogçusu metus için eziyetli olmuştu. Kaderin cilvesine bakın ki, kafa yorup yazdığım ilk yazıya sebep olan gökkuşağı, yıllar sonra kafamda bir süredir tasarladığım son blog yazısını ileriki bir tarihe atmama sebep olacaktı, çünkü gökkuşağı anlatmayı ahdettiğim bir konuydu. (muhatabı bunu okumayacaktır ama ziyanı yok, maksat borcumuza sadık olduğumuz bilinsin.)
O sınavda ne yazmam gerektiğiniyse, bir sene sonra, Adnan Menderes Stadı’nın yanında amatör maçların yapıldığı toprak zeminde anlamıştım: Sonraları tebessüm ve mahcup bir gururla yad ettiğim okul futbol takımının kazma sağ beki olarak son maçımda, havanın sıcaklığından ve Güneş’in kızgınlığından mütevellit, toz kalkmaması için toprak sahanın sulanmasından sonra bütün bir zemini taçlandıran ufak bir gökkuşağının ne manaya geldiğini yazardım herhalde aynı soru bir daha sorulduğunda. Yıllar boyunca, futbolu niye sevdiğini soranlara anlattığım bir sürü hikayeden biri o olageldi zaar: “Siz” derim hep, “hiç gökkuşağının altından geçtiniz mi?”
O sınavda ne yazmam gerektiğiniyse, bir sene sonra, Adnan Menderes Stadı’nın yanında amatör maçların yapıldığı toprak zeminde anlamıştım: Sonraları tebessüm ve mahcup bir gururla yad ettiğim okul futbol takımının kazma sağ beki olarak son maçımda, havanın sıcaklığından ve Güneş’in kızgınlığından mütevellit, toz kalkmaması için toprak sahanın sulanmasından sonra bütün bir zemini taçlandıran ufak bir gökkuşağının ne manaya geldiğini yazardım herhalde aynı soru bir daha sorulduğunda. Yıllar boyunca, futbolu niye sevdiğini soranlara anlattığım bir sürü hikayeden biri o olageldi zaar: “Siz” derim hep, “hiç gökkuşağının altından geçtiniz mi?”
Bir sahnede silah gösterip, patlayacak olması gerginliğinde bırakıyorsun insanları. Sinirlendim vallahi. Ya yazmaktan vazgeçmeyeceksin -ki naçizane tercihim budur- ya da ikiletmeden, üçletmeden hemen bırakacaksın yazmayı. Öyle daha iyi değil mi?
YanıtlaSilÇehovu yad etmenin vaktidir: Bir sahnede silah varsa, o silah patlar. Ne zaman patlayacak, onu bilmiyorum, ama o da benim derdim herhalde.
YanıtlaSilBu duruma silahın patlaması değil de silahın susturulması demek daha uygun olacaktır düşüncesindeyim. Ne kadar savaş karşıtı bir insan olsam da bence patlatmaya devam et, sana yakışıyor..
YanıtlaSil