18 Ağustos 2010 Çarşamba
Zorunlu bir not
hadi eyvallah,
metus
22 Mart 2010 Pazartesi
Messi ve Moda İskelesi
Hayat acımasızdır, ama bazen daha acımasızdır, o zaman aksiliklerin bini bir para olur: Yemek söylersiniz, kurye kaza yapar siparişiniz bir buçuk saatte gelmez; birine kırk yılda bir film hediye edersiniz, orijinal dvd bozuk çıkar, hırs yapıp filmi internetten indireyim dersiniz, internete bağlandığınız anda kotanızın dolduğunu belirten bir not düşer ekranınıza; ağzınız tatlansın diye bir tatlı söylersiniz restoranda, iki hafta üstü üste anlam veremediğiniz şeyler olur, sonunda zıkkım olasıca sufle midir ne karın ağrısıdır boğazınızdan geçmez, elinizde kaşık, öööle bakakalırsınız tatlıya mal mal; kafanız dağılsın diye yarım saat tavla oynarsınız bir kere dü şeş gelir, onda da altı kapıdasınızdır; ona kızıp hırs yapıp üç saat eşli ihale oynarsınız, bir kere altı parça koz gelmez, yetmezmiş gibi bunların hepsi üst üste olur. Velhasıl kelam, napsanız olmaz. Siz çırpındıkça batar, acz içinde kalırsınız, sizin aczinizse başınıza geleni kaderiniz kılmıştır. Abarttığınızın siz de farkındasınızdır, ama yine de herkes size karşıymış, kaderiniz size kast ediyormuş gibi hissedersiniz. Aslında bilirsiniz bu haller bazen herkese olur ve bilirsiniz, önünde sonunda geçer. Ama yine de isyan etmeden duramazsınız: Ne günahım var kardeşim benim, erkekseniz teker teker gelin uleyn!
İşte o zaman, yapmanız gereken durup soluklanmaktır. Yenilmeyi bile beceremediğiniz için, denemenin manası yoktur. O zaman susarsınız, meramınızı anlatmak için konuşmakla veya yazmakla boşu boşuna efor sarf etmezsiniz- sözünüz bittiği için değil, sözünüzün bir kıymeti olmadığı için.
Tamamen eğlendirici ve rehabilite ediciydi benim için buraya yazmak, insanların yorumlarını dinlemek; biri bir şey yazmış mı diye fellik fellik yazı yorumlarına bakmak (daha güzeli, bakınca orada yorum görmek); alakasız bir yerde yazınızın bahsinin geçtiğini tesadüfen öğrenmek; kesin yazarım dediğiniz şeylere eliniz değmezken (mesela Messi az önce akıllara seza bir performans daha sergiledi, son sekiz günde attığı sekiz gol ve iki asisti var, bu sempatik pırpır oyuncunun üzerinden bir Barça ahkamı kesemedim, içimde kalmıştır ey blogger. Yalnız kaç gündür kendimizi duygusal bir veda yazısına kurduk, o da futbola kurban gitti iyi mi, olsun, varsın Messi’ye kurban olsun) hiç hayatınızda yazacağınızı tahmin etmediğiniz konularda (müzik!) ukala ukala yazılar yazmak…
Daha önce verdiğim bir kararı şimdi uygulamamın sebebi, blogu bırakmamla oluşacak boşluğu ikame edecek bir eğlence aramam (hala bulamadım, o ayrı!) yoksa aklınıza başka bir şey gelmesin. Beni bu yönde cesaretlendirdikleri için Mr. Niceguy ve eyesman’in de hakkı var bu yazılar üstünde, helal etsinler… Ama madalyonun öbür yüzü de var, üç kişinin haftada en az bir kere yazacağı bir blog olduğunu öngörmüştüm başlarken, bu zanla bir süre daha bu siteye gireceğimi ilan etmiş olayım, biraz onlar yazsın biz okuyalım değil mi sayın seyirciler… Eşten dosttan “bir şey yazılmış mı” diye merak edip siteye girenlerin ne hissettiğini çok iyi biliyorum, Gökhan Özgün ve Feridun Düzağaç yazı yazmayı bırakınca benzer şeyler hissetmiştim, tavsiyem, o kadar yazıda bu kadar isim geçiyor, onların -Türk olanlarından bilhassa- başlasınlar okumaya/izlemeye, sadece bu açıdan ilham vermiş olmanın mutluluğu bana yeter. Aşağıdaki fotoğrafı bugün Moda İskele’de çektim, bir gün devam edecek olursam bu fotoğrafın üzerine yazacağım, ama şimdilik en hayırlısı bu gibi geliyor, hadi bana eyvallah.
13 Mart 2010 Cumartesi
Kartı Bastıktan Sonra
O sınavda ne yazmam gerektiğiniyse, bir sene sonra, Adnan Menderes Stadı’nın yanında amatör maçların yapıldığı toprak zeminde anlamıştım: Sonraları tebessüm ve mahcup bir gururla yad ettiğim okul futbol takımının kazma sağ beki olarak son maçımda, havanın sıcaklığından ve Güneş’in kızgınlığından mütevellit, toz kalkmaması için toprak sahanın sulanmasından sonra bütün bir zemini taçlandıran ufak bir gökkuşağının ne manaya geldiğini yazardım herhalde aynı soru bir daha sorulduğunda. Yıllar boyunca, futbolu niye sevdiğini soranlara anlattığım bir sürü hikayeden biri o olageldi zaar: “Siz” derim hep, “hiç gökkuşağının altından geçtiniz mi?”
9 Mart 2010 Salı
Nazilli'de dağ vardı biz mi kaymadık?
Yok bilader bana göre değil bu sular bariz. Kazak giy, üstüne polar giy, üstüne uğurun emanet montu giy, beş ay danimarkada inat edip kullanmadığın bereyi/eldiveni paşa paşa tak, sonra eksi altı derecede terle. Uzaktan zaten sempatik gelmezdi, ama bir şans verdik ama kısfmet-kayak sporu kaybetti. Alışkanlıktan olsa gerek zaar, yazlık çocuğuyuz biz. Yahya Kemal'den apartmamız icap ederse- kayağın en çok, sayfiye yerine gitmişsinizcesine, güneşli bir havada yüzünüzü yakmasını severim. Pek olmadı sanki, ben bu lafı bir çalışayım.
6 Mart 2010 Cumartesi
Di mi Güntekin?
Birbirimizi yemeyelim, doğru kişiyleyseniz, dünyanın en siktirici yerinde de mutlu olabilirsiniz, yoksa İstanbul sizi bir yere kadar eğleyebilir. İyi de kendi yalnızlığınızı örtmek için İstanbul’u paravan yapıp, sonra “bu şehir de beni yoruyo bilader” diye yakınmak, güzelim şehre ayıp değil mi?
Şu an çok istediğim bir şey var, İstanbul-Kuşadası arasını otobüsle geçip, sabahın erken saatlerinde, Güneş’le uyanmak. Yazın Güneş’i İzmir’den geçerken doğurabilirsiniz, cama kafanızı yaslayıp, bir saat sonra yapacaklarınızı düşünerek, hakikaten mutlu olabilir, uykusuzluktan ağrımış gözlerinizin ışıl ışıl parladığını hissederseniz. Mutlu olmanız bu kadar basitken, o zamanın bu kadar uzak olması size, yaman bir çelişki değil mi?
“Kurguyla gerçek arasındaki fark, kurgunun olabilirliği göz önünde bulundurmak zorunda olmasıdır” lafını yerli yersiz kullandığım halde, kalkıp filmlere bel bağlamak, beğendiğim sahneleri saplantıyla döne dolaşa izlemek, zorla başkasına sevdiğim filmleri izletmek, bunun üzerinden olmayacak benzerlikler kurmaya, karakterlerin kendi hayatımdaki izdüşümlerini bulmaya çalışmak biraz fazla hayalcilik değil mi? Bir yazının hoşunuza gitmesi, sizin düşündüğünüz ama ifade edemediğiniz bir duyguyu apaçık etmesi sizin için yazıldığı manasına gelmez ki. Melodisi ne kadar hüzünlü, sözü ne kadar iç kanatıcı olursa olsun bir şarkı; ne kadar vurucu olursa olsun bir köşe yazısı; güzel bir rüyayı ne kadar iyi işlemiş, Al Pacino ne kadar döktürmüş olursa olsun bir film bir kızı size aşık edebilir mi?
Kimin yazdığına bakmaya üşendim (Gazali olabilir), bir tasavvuf kitabında, Allah’ın, dua etmeyi bırakırlar diye, salih kullarının duasını geç kabul ettiğini, ama her duanın er geç kabul edildiğini okumuştum, eğer öyleyse gönlümün muradı için hiçbir şey yapmayıp, dua etmeyi de kestiğim halde, olmadığı için isyan etmem, günah değil mi?
İhsan Oktay Anar’ın kamera önünde tek konuşması, yanılmıyorsam Erdal Öz ödül töreninde şu minvalde ettiği birkaç cümleden ibaretti: Mutlu insan susar. Şu an bu ödülü almanın mutluluğuyla susmak istiyorum, demişti “konuşmasında”. Bunu tersten düşünebiliriz- her yazdığımda, biraz kendimi uyuşturup, Mr. Niceguy’ın muhteşem ifadesiyle “yıllardır içimde tuttuğum hüznümü kusmak” için yazıyorum sanırım. Tüm mağlubiyetlerimin, hayalkırıklıklarımın, basiretsizliklerimin rövanşının bir yazı tarafından alınmasını umuyorum, iyi de bu yazının kendisine haksızlık değil mi? Madem öyle, daha ne kadar doldurmaya hakkım var ki bu blogu, bir söyler misiniz…
3 Mart 2010 Çarşamba
İyilerin gerçeği, kötülerin oyunu...
Belki de bu yüzden elimden geldiğince tersledim onu her fırsatta. Katlanamıyordum, kayboluyordum karşısında belli ki. Fark etmesin istedim. Bütün gün bunu düşündüm sonra. Son dönemde hayatıma sokmamaya çalışıyorum iyi insanları. Önceleri çekici gelmediğini sanırdım iyilerin, iyiler can sıkardı çünkü. Oysa bir kız "kötü" oldu mu, hani elde edilemeyen, pırıl pırıl parlayan, yukarlarda bir yerlerde duranlar var ya, işte oralara ulaşmak daha çok tatmin ediyor beni sanırdım. Şimdilerde farklı bakıyorum hayata... İyilerden kaçışımın sebebi, o güzelliği, o saflığı kirletmek istemeyişim belki de. Bırakayım hak ettikleri mutluluğu yakalasınlar (Belki de çoktan yakaladılar)
Böylelikle kendi ligime döndüm yine, yine en iyi yaptığım şeyi yapmaya söz verdim.
- Tom Bishop: Ah, Jesus Christ, you just... You don't just trade these people like they're baseball cards! It's not a fucking game!
- Nathan Muir: Oh, yes it is. It's exactly what it is. And it's no kid's game either. This is a whole other game. And it's serious and it's dangerous. And it's not one you want to lose.
Farz edelim ki, konuştuğum bu kızın adı Aysel olsun ve lise hatıralarından kalma bu şiir de ona gelsin:
Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum.
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Aysel git başımdan istemiyorum.
Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
Dağıtır gecelerim sarışınlığını
Uykularımı uyusan nasıl korkarsın,
hiçbir dakikamı yaşayamazsın.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Benim için kirletme aydınlığını,
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Islığımı denesen hemen düşürürsün,
gözlerim hızlandırır tenhalığını
Yanlış şehirlere götürür trenlerim.
Ya ölmek ustalığını kazanırsın,
ya korku biriktirmek yetisini.
Acılarım iyice bol gelir sana,
sevincim bir türlü tutmaz sevincini.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Ümitsizliğimi olsun anlasana
hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.
Sevindiğim anda sen üzülürsün.
Sonbahar uğultusu duymamışsın ki
içinden bir gemi kalkıp gitmemiş,
uzak yalnızlık limanlarına.
Aykırı bir yolcuyum dünya geniş,
Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki.
Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş.
Sakın başka bir şey getirme aklına.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim,
ölümüm birden olacak seziyorum,
hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.
Aysel git başımdan seni seviyorum...
27 Şubat 2010 Cumartesi
Bireysellik Nişanesi Olarak Dolaba Yapıştırılanlar
Yıllar yıllar önce, Yeni Binyıl üzerinden on sene geçmiş bir yılbaşı değil, daha ziyade gençlere hitap eden vaatkar bir gazete, Ece Temelkuran da benim her yazısını evire çevire okuduğum bir yazarken (kanaatler ne çabuk değişiyor yarabbim!), sanırım Yeni Binyıl'ın pazar ekinde, Nuriş namıyla maruf Nuri Ergün’ün hapishanede çektirdiği (ve benim hiç görmediğim) bir fotosundan bahsetmişti. Tipik bir mapushane fotosu- ranzanın başında arkada dolap açık olduğu halde çekilmiş bir fotoydu Ece Temelkuran’ın bahsettiği. Yazı devamında herkesin kendi hayatının indirgenmiş halinin o dolap ve ona yapıştırılan şeyler olduğunu ileri sürüyordu, o zaman kendi hayatımız da (liseyi yatılı okuyorduk) o kadar kısıtlanmış ve kamulaşmıştı ki (ortak banyo/tuvalet, olağanüstü günler dışında sadece yarım saat izlenebilen ve onu da yurttaki yüz kusur kişiyle paylaşmak durumunda olduğunuz elli beş ekran televizyon, paylaşılan odalar…), bizim de tek kişisel alanımız dolabımızdı, yazının bende bu kadar tesirli olmasında herhalde kurduğum bu benzerliğin etkisi olsa gerek… Tüm bunları hatırlamama sebep olansa, taşınırken daha bir alıcı gözle baktığım dolabıma yapıştırdıklarım. (Büyük anlamlar atfederek özene bözene seçip dolabınıza yapıştırdığınız şeyleri bir süre sonra göz aşinalığından mütevellit fark etmemek sadece bende olmuyordur sanırım.)
Envanterimiz birkaç parçadan müteşekkil: eskiden bir iki kendi fotoğrafımı koyardım, şimdi yok, şu an tek film afişi var –bildiniz: Kadın Kokusu, ama vaktinde okuldaki panodan apartılmış alelade bir A4 renkli çıktı aslında- Birkaç siyah beyaz foto, illa ki hiç gitmediğim Kız Kulesi'nin siyah beyaz kartpostalı, birkaç minyatürün kartpostalı (minyatürlerdeki abartı hoşuma gider, Yiğit Özgür'ün birkaç parçalı karikatürü gibi resim başından sonuna bir hikaye anlatmak ister gibidir) ve çok da beğenerek astığım tarihi yarımadayı gösteren İstanbul gravürü, -birçoğunu gezip görmediğimi utanarak itiraf etmem gereken bir sürü yapıyı içinde barındırır- yeni yapıştırdığım bir Simpsons afişi ve bir de…
Bir an fotoyu koymayı aklımdan geçirdiğimi itiraf edeyim, ama Ara Güler’in fotoğrafının fotosunu çekip çerçeveyi bozmaya cüret edemedim. Bana doğumgünümde Mr. Niceguy tarafından hediye edilmiş bir kartpostal bu. Meyhanede çekilmiş fotoğraf, kadrajın hemen önündekiler ellerinde sigara arkaya baktıklarına göre insanların çekileceğinden haberi var. İki şişman kadın oturuyor ve arkasında saz, darbuka ve kemandan oluşan orkestra olduğu halde bir şarkı terennüm ediyor ama asla kadraja bakmıyorlar, herkes takım elbiseli. Fotoğrafın estetiği, zamanın eskiliğini vurgulaması, doğallığı falan hepsi yerli yerinde ama fotoğrafın numarası sahnenin arkasında ikisi de tam olarak çıkmamış tabeladaki yazıları birleştirince ortaya çıkıyor: Hariçten şarkı ve gazel okumak zabıta kararınca yasaktır. Nasıl ama?